Görünüşe bakılırsa “Öğretmenler Günü“nü pek sevdik. Tabii, görüntü perdesini kaldırınca bilerek sevmeye benzemediğini hemen görüyoruz. İçi doldurulmayan ilgilerimizden biri de bu. Temel meseleleri gizliyor, tartılmamış, ölçülmemiş duyguların ucuzluğuna kaçıyor ve kendimizi kandırmayı tercih ediyoruz. İşin esası öğretmenin öğretmen olmasıdır. Konu eğitimse diğer konular buna bağlıdır. Öğretmen yetiştiremeyen ülkenin geleceği yer, şimdi bizdeki gibi oturmamış kafaların olur olmaz işlerle uğraştığı, oraya buraya savrulduğu bir cangıldır.
Öğretmek aşkı öğrenme isteğinden önce gelir. Öğretmen, vermek için uğraşır, didinir, uykusu-uyanıklığı bu derdin elindedir. Gün yirmi dört saati bu düşünceyle kurulmuştur. Öğretmeni böyle bilir, böyle anlarız. Bunlar doğrudur ve güzeldir. Yalnız, öğretmen öğretecek de neyi, nasıl ve hangi dille öğretecek? Bir temel mesele halinde bu da önümüzdedir.
Her 24 Kasım’da bazı sözler, anlaşılmadan, ezberlenmiş güzellemeler halinde tekrarlanırsa bir manası kalmaz. Asıl iş söylenenlerin gereğini yapmak, üstün bir görüş halinde benimseyip uygulamaktır. Yapamadığımız budur. Baştakilerin yalanı-dolanı, cami vaizi edasıyla konuşmaları, üstelik tanrılık taslamaları, söyledikleri ve uygulamadıkları doğrular bizi çok şeyden, özellikle doğrudan şüphe etmeye götürdü. Biz artık lafla gemi yürütülen bir memleketiz.
Yaralı dil
Sözün değeri böyle değersizleştiğinde önce dil yaralanır. Eğitim öğretiminde istek azalması yaşanır. Devlet aygıtında, medyada aynı değersizlik ağacın kurdu gibi içten çürütür. Değersizleşen söz ve fiil, dili değersizleştirir.
Yakınlarda bir felsefeci dostumuza dertlendim. Verdiğim örnek ahlâk kelimesi üzerindendi. “Sizinkiler ahlâk yerine ‘etik‘ demeyi tercih ediyorlar. Sadece etikle ahlâkın mana farkı veya yabancı dil hevesinden böyle dediklerini sanmam. Ola ki siz “etik” demekle bugünün yaşayışında üstü örtülen bir “değerler bütünü“nü düşündürmek istiyorsunuz. Çünkü Türkiye’nin son yıllarında Türkçe ve kavramlar açısından böyle bir kayba düştüğümüzü acıyla görüyoruz.” Devam ettim: “İnsanlar manadan kaçar hale geldilerse, manada mana bırakmayışımızdandır. Aklı başında, yol yordam bilir, değerlerle düşünen ve yaşayanlar zordalar.”
Bu ârızanın bizi nerelerde vurduğunu, kayıp haberlerinin nerelerden geldiğini bilmiyor, konuşmuyoruz. Prof. Dr. Hasip Saygılı dostumuz, Balkan coğrafyasında görev yapmış bir askerdir. Geçen yıl Türk Dil Kurumu Başkanı’nın yaptığı konuşmaya soru niyetine bir açıklamayla katılmış. Balkanlarda Türkçe’nin zemin kaybettiğini söylüyor. Türkçe bilenlerin, düzgün konuşabilen ve özellikle yazabilenlerin azaldığından bahsediyor. Verdiği en çarpıcı örnek, Kosova’daki 40’tan fazla mâbette iletişim dili Türkçe iken bunun değişmeye başladığı. Balkanlardaki altı yüz yıllık Türkçe hâkimiyeti böyle sarsılıyor. Hasip Bey‘in sözleri üzerine, Yahya Kemal‘i hatırladım: Üstad, “Türkçe’nin çekilmediği yerler vatandır” derken, kaybettiğimiz Balkanlarda bulacağımız teselliyi de kaybetmek üzere olduğumuzu iyi ki görmedi.
İçimiz sağlam olsa…
İçine düştüğümüz vahim durumu tamamen dış gelişmelere bağlayamayız. Büyük problem içeridedir. En belirgin olanı söyleyeyim: Türkçe’ye bağlılık içeride tam değildir. Eğitim sistemimiz bu bilgiyi, ilgiyi, sevgiyi ve bağlılığı veremiyor. Bu bağlılık yoksa her bağ zayıf ve eksiktir. Kendi dilimize ilgi zayıflayınca sevgi boşluğunu başka diller dolduruyor. Türk çocukları kendi dillerinin sevgisinden mahrum, başka dillere hayranlıkla yetişiyor.
Türkçe eğitim geriye düştü. Yarı sömürge mantığı normal karşılanmaya başlandı. Bağımsızlıktan bahsediyor, bu bağımlılığı görmüyoruz. Bir Anadolu Lisesi‘dir gidiyor. Anadolu deyip İngilizce ağırlıklı eğitim vermedeki ironi de ilginç. İnsan, insanımızın zekâsıyla alay edildiği, ülkesiyle dalga geçildiği hissine kapılıyor. Herkesi yabancı dille eğitim-öğretim veren mekteplere yönlendiriyoruz. En iyi mekteplerimiz onlar görünüyor. Yıllarca yoğun destekle ve içten içe işleye işleye yaptığımız budur.
Hâlbuki dil öğretmek başka, başka bir dille yaygın eğitim-öğretim vermek başkadır. Tekrar edeyim, bu ancak sömürgelerde ve üçüncü sınıf ülkelerde olur. Bir değil, birden fazla dil öğrenmek bugünün dünyasında şarttır. Bunun yolu millî eğitimde ön sırayı İngilizce’ye, yabancı dile vermek değildir. Yabancı dil öğretmek şart, yabancı dille eğitim-öğretim ihanettir. Bu kadar ağırdır. Bunu ısrarla konuşmak lazımdır. Türk çocukları yalnız Türkçe ile eğitilmelidirler.
Sosyal medya aynadır. Bakıyorum, on kişiden sekizi hikâyelerinde pazartesi demiyor, “Monday” diyor.
Gerçi hikâye veya öykü de demiyor, “story” diyor. Bayram, doğum günü ve benzeri kutlamalarda “happy..” ile başlayan tabirler, cümleler kullanılıyor. Bununla kalınmıyor, derdini anlatmak için illa bir Frenkçe kelime ve kavram arıyor. Türk çocuklarının Türkçe karşısındaki tavrında bunların etkisi üzerinde durmak lazımdır. Yabancı dille eğitim-öğretim, Türklüğü ve Türkçe’yi değersizleştirmektir. Buradan her türlü değersizlik ve dolayısıyla yenilgi çıkar.
Kendimize güvenimiz, kendimize saygımız, kendimizi sevmemiz Türkçe’den başlar. Türk çocuğu Türkçe ile yetişir.