Yollarını açtığımız, görülmemiş yetkiler verdiğimiz siyasetçilerin azdırdığı bir bozgunu yaşıyoruz. Tayyip Bey‘in kullandığı yetkiler, bırakın Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini, klasik Osmanlı padişahlarında da yoktu. Padişahlarımız, konulmuş kurallara, binlerce yılın Türk devlet geleneğine uyarlardı. Yavuz Sultan Selim gibi keskin bir hükümdar, kanun deyince dururdu. Keyfi denecek bir uygulamaya gir(e)mezdi.
Osmanlı Türkiyesi kanun devletiydi ve adalet esastı. Bugün, anayasa ve kanunların hükmü ne kadardır, bilenler söylesinler. Adım adım geldiğimiz bu yerde, iyi ve doğru yaptıklarımız azaldıkça azaldı. 21 yılın yıkımlarının enkazına yanarken acelemiz var. Olanı biteni anlayarak başlayacağız. Yükün altından kalkacak gücü oluşturacak ve diri tutmaya çalışacağız.
Hatipoğlu Prototip
Ramazan’ı gösteriş sahtelikleri içinde geçirdiğimiz yıllar içindeyiz. Bu tespit cümlesi, yaşadığımız bozulmanın vardığı yeri göstermekten uzaktır. Esef ki, esefler ki öyle. Düşünürsek, bozulmuş insan ve toplumumuzla halimiz beter üstü beterdir.
Nihat Hatipoğlu‘nun başrolde oynadığı bir melodram, her yıl tekrarlanıyor. Etrafta, ona özenenler görüyorum. Kıskananlar görüyorum. Vodvil seyrettiğini düşünen ve eğlenenler görüyorum. Evet o, sahteliklerimizin sergilendiği ve gülündüğü bir arenada keyif çatıyor. Kadın programlarının dedikodu peşindeki seyircisi de orada. Adam, azımsanmayacak bir bölümünü kendince iyi yerden yakalıyor.
Onun için, “Biz bu değiliz” diyemiyorum. Siyasete bakın, aynı insan tiplerinin seçtiği yapmacıklık, gösteriş, sahtelik kol geziyor. Bu manzarayı görünce duyduğum azabın şiddeti büsbütün artıyor. Tayyip Bey de siyasette Hatipoğlu gibi. “Gibi“si fazla, aynı yerden konuşuyorlar. Demek ki dinden anladığımız bu. Cami, cemaat şovmenleriyle ve onların kurgularıyla çevriliyiz. Aynı familyadan siyaset şovcularının körüklediği vıcık vıcık bir hava, din ve toplum hayatının vitrininde.
İçinde her türlü iş var
Tanrı adına karar vermelerin zirvesindeyiz. Ağzını açan “İslâm’a göre” diye başlıyor. Kendi bulunduğu yeri dinin şaşmaz konumu halinde sabitlediğini düşünen bir propaganda ağıyla çevriliyiz. “Hangi din?” diyenin sesini kısıyorlar: “İşte bu benim dediğim..“. “Kitabı böyle mi anlıyorsun?” derseniz, yandınız. “Bin yıl şöyle yaşadık..” derseniz yandınız. Osmanlı böyle değildi, Selçuklu değildi deseniz, büsbütün yandınız. Yani tarih de onların kurduğu gibi. Hak hakikat hak getire!
Ağaların keyfini bozamazsınız. Onlar ne diyorsa o. Altı yaşındaki kıza tecavüz, Kur’an kurslarında, yurtlarda duyulanı bile yüzlerceyi bulan çocuk istismarlarını, ayyuka çıkan hırsızlıkları konuşamazsınız. Ağzınızı açtığınız anda “Din düşmanı” yaftası hazırdır. Bu nasıl bir dinse…
Bakacağımız, göreceğimiz açık: Onların dediği din sayılınca başımıza belalar yağdı. Ölçüleri, gerçekleri unuttuk. Din sahtekârlık halinde algılanır oldu. Bu kadar sahteliği değil din, hiçbir insan ve hayat görüşü kaldıramaz. Kaçınılmaz sonuç bu. Nitekim başımıza neler geliyor, görüyoruz.
O soru
Öyleyse bunca insan nasıl kabul ediyor, diyeceksiniz. Evet, yakıcı soru bu. Kabul edenler, cehaletle veya hipnoza uğramışlığın getirdiği kör bağlanışla bu iş böyle zannediyorlar. “Böyle gelmiş, böyle gider” kabulünün yıkıcı bombası da durmadan patlıyor. Bir kesim de -çenesinden sular damlayarak- kurulan o menfaat şebekesinin içinde. Dinden görünerek, din görünüşlü sahteliği yüze tutamak edişe katılarak mide ve uçkur dinini yaşıyorlar.
Bu, din değil de, dinden, dinlerden uzak yeni bir ideoloji diyenler de yanıldıklarını anlamış olmalılar. Burada fikir yok ki ideoloji olsun. Din iman zaten hak getire. Hadi başlangıçta flu bir şekilde, sis gibi, bulut gibi varlığını kabul edelim. Artık fikir kırıntısı bile yok. Bu, dinin ideolojileşmesinden, ideolojilerin kalıplaşmasından öte bir durum. Adını koymaktan utanacağımız bir kapım düzeninin içindeyiz. Bunu göreceğiz. Çıkacağımız karanlık dehliz de bu.
Yaşadıklarımızı, yaşattıklarını gizlemeye kalkan ve farklı göstermeye çalışan pervasız bir heyet var. Devir dönecek gibi görünürken saldırıları azdırmalarını anlamak lazım. Son Ramazanlar, kötülüğü kullanan kaynağın iyice kurumaya başladığı sırada geldi. Yarattıkları din algısı, can suyu olamayacak kadar güçten düştüğü için beklenen olmadı. Fakat din, bu dindışı din kafasıyla bir daha yara aldı. Abdurrahman Dilipak bile “Allah ile aldatma“nın bizi getirdiği yeri yazmak zorunda kaldı.
“İyi insan”
Kendime durmadan hatırlatıyorum: Din, iyi insan projesidir. Diyanet’in siyasetine aldanma. Onlara uyarsan iyiliği zor bulursun. Seni dinden görünmek iyi insan etmez. Dinin ritüellerini yapar gibi görünmek iyi insan etmez. Dünyanın bütün seccadelerini bir bir öpsen iyi insan olmazsın. Her birinde secde ettikten sonra kalkıp yerli-yersiz kötü bir söz ediyorsan nafile. Tanrı kimseye insanların inanışlarını yargılama hakkını vermez. Yalan söylüyorsan, rakiplerini kötülemek için iftira kılıklı sözler etmekten çekinmiyorsan batarsın. Kurtulamaz ve kurtaramazsın. Hak yemeyeceksin. Doğru olacak, dürüstlüğü gözeteceksin.
Dinin özü, hayatın özüdür, iyiliktir. Seni iyiliğe götürmeyen şeylerden kaçınmak için uğraştığın ve Yaradana sığındığın anda doğru yola girdin demektir. Sen hak yeme! Hak yiyenlerden olma! Hak yiyenlerin peşlerine takılma! Bu da yetmez, onlara karşı söz söylemekten çekinme! Senin için yolun ve sözün iyisi budur
Orucu tutarsın. Nasıl tutacağın önemlidir. Aç kalmakla oruç aynı şey değildir. Tutmamak daha iyidir denecek hallere düşme! Tutmayanları ayıplayan orucunu bozmakla kalmaz bir de hak yer. Asıl sıkıntı, oruç tutar görünürken oruç yemektir ve depremde daha çok gördüğümüz, hemen her cümlede yalan söyleyen siyasetçinin düştüğü durum da budur.
Tehlikenin büyüğü
Devlet görevlileri “emir kulu” gibi davranıyorlar. Kulluğu aşırıya götürenler var. Belli ki onların ve onlara hükmedenlerin derdi başka. Onlar yukardakine bakıyor ve insanların elini-kolunu onun için ve onun adına bağlıyorlar. Unutmayın, canlarımız böyle gitti. İki ayı geçti, deprem bölgelerinde, insanlarımız hâlâ barınma, beslenme “imkânlarının” asgarisinden bile mahrumlar. Bunlar konuşulmuyor, karartılıyor. Bu ülke 1999 depreminde üç ay içinde konteyner şehirleri kurmuştu. Şimdi adı yok. Ne kadar geriye gittiğimizi varın anlayın!
Bir daha görüldü ki, birilerinin derdi sadece kendisi, kendileri. Sadece siyasetçiler değil, gün yirmi dört saat ahkâm kesen bir alay kadrolu eleman durmadan konuşuyor. Bakın televizyonlara, bakın gazetelere, bakın kahvelere, bakın meydanlara yine bunlar konuşuyor. Bunca zarar ziyana rağmen alacaklı gibi davranıyorlar. Olur iş değil! Dediği doğru çıkanlar ve hep doğru çıkanlar yine öteki ve kötü. Bu nasıl bir ahlaktır?
Efendiler, bunlar bir memleket için tehlikeli durumlardır. Buradan tez zamanda çıkacağız. Umalım ki seçim yeni bir başlangıç olsun!