Eleştiriye, edebiyatımızda-sanatımızda-hayatımızda hava kadar, su kadar muhtacız. Tabii bunu fark edemiyoruz. Çünkü düşünmeyi bir değer olarak kabul etmiyoruz. Bu cümleyi açmak uzun iştir. Yer yer giriyorum, gireceğim. Şimdi sonuca bakalım: Bu düşüncesizlik türlü türlü ham ervah doğurdu. Kitabı sadece yüzünden okumayı kutsallaştıran anlayış anlamayı yasakladı. Kur’an yalnız Arapça okunur diyenler, manasını örtenler böyle egemen oldular. Ektiğimizi biçiyoruz. Bunu göreceğiz.
Ekonomiden anlamasak da bazı rakamların gösterdiğini hepimiz anlarız. Türkiye 50 yıldır dünyanın 20 büyük ekonomisi arasındaydı. 2020 itibariyle 23. lüğe geriledik. Sebep olanların dili ve havası değişmedi. “Türkiye’ye çağ atlattık!” demeye devam ediyorlar ve cebimiz delindi, geriye gittik diyenleri konuşturmuyorlar. Bu devirde olacak iş değil ama benim hipnoz dediğim, halk tabiriyle muska yemiş halimiz sayesinde bunu yapıyorlar. O halde bu kökten aldanışın, herkesi aldatmaya dönüşünü de göreceğiz.
Temel anlayış bu tür bir bozucu-bozguncu ezbercilik-papağanlık olunca, hiçbir konuda düşünme, bilme ve anlama ihtiyacı duyulmaz oluyor. Camide, okulda, sokakta ve şimdi özellikle siyasette tek geçerli slogan bu: Ben ne diyorsam o! Senin, dediğimi anlaman gerekmez! Zaten anlayamazsın! Sorgusuz sualsiz beni takip et!
Din deyince duruyoruz
Hayatımızı, inanış geleneğimizin dışından gelen sözüm ona din yönlendirmeye başlayınca birilerine gün doğuyor. Dini istedikleri gibi kuruyorlar. Muhammed‘in getirdiği dinin Müslümanı Âkif‘in dediği gibi yerde yaşayamıyor, göklere çekiliyor. Muaviye‘den beri sistemleşmiş sahtekârlık halinde zaman zaman hayatımızı ahtapot gibi saran bela budur. Türk karakterinin saflığını iyi kullanıyorlar. Çünkü düşünmüyoruz, bilmiyoruz, anlamıyoruz. Konumuz tenkit yokluğu, bunun hem sebebi, hem sonucudur. Tenkit dikkattir, uyanıklık getirir. Tenkitsizlik, tembelleştirir, hantallaştırır, uyuşturur. Hareket kabiliyetini zihnen de bedenen de baskılar, körleştirir. Hâlbuki hayat harekettir. Tezada bakar mısınız?
Düşünce çok yönlü harekettir. Altı yön, dört köşeden hücum eder. “Hücum“u hareket özelliğini belirtmek için özellikle kullandım. Bu demektir ki zıtlar devreye girmeden, kıyasıya çarpışmadan düşünce oluşmaz. İnsanoğlunun dikensiz gül bahçesi hayali kolaycılığından ve bencilliğindendir. Öyle bir bahçe yoktur ve olmayacaktır. İyinin iyiliği kötülükle görünür hale gelir. Doğrunun doğruluğu yanlış olmadan belli değildir. Toprağa düşen tohum güneş kadar, yağmura, kara da muhatap ve muhtaçtır. Geceleri gündüzler doğurur, gündüzleri geceler. Düşmanlık dostlukla beraber bulunur. Bu kadar ayrılmaz ikililerin tetikte tuttuğu bir yaradılış evrenindeyiz.
Düşünce, bu zıtları güreştirerek ve birleştirerek ilerler. Zorlu bir iştir. Her unsurun, her ihtimalin teslim olmaya direndiği bir savaş alanındasınız. Onları tek tek ikna eden bir zihin, hallerinden hal çıkarır ve bir sonuca varır. Doğrusu yanlışı başka bir tartışmadır. Aslolan, düşünce denen eylemin bütün unsurlarını bir araya getirebilmek ve oradan bir sonuç çıkarabilmektir. Bu dehlizlere dalabilenlere aşk olsun! Onlarla ayaktayız. Muhatabın anladığı ayrı bahistir. Okuyucu da tek tip değil ki. Her ne olursa olsun bir gerçek değişmeyecek: Anlattığımızdan çok anlatamadıklarımızla varız.
Düşünce en ağır işçilik
Düşünce deyince üzerinde durulacak hususlar çok. Yakın zamanlara kadar en çok enerji harcayanlar, ağır spor yapanlar ve beden işçiliği edenler zannederdik. Son araştırmalar, beyin faaliyetlerinin harcadığı enerjiyi en yüksekte ölçüyor. İlk okuduğumda şair dalışının derinliğini düşünerek buna şaşmam demiştim. Demek ki düşünen, elektrik saatinin ibresini görülmeyecek kadar hızlı döndürecek kadar çok enerji tüketiyor. Öyleyse hareketin merkezi de düşüncedir. Ancak düşünenler bir hareket meydana getirebilirler demek de doğrudur.
Konuya girdiğim yerden bakarsak, derdimiz kendimizle ve kendimizdendir. Her zaman kendisi olanların diri ruhundan bahsedilir. Bu bir arabesk karamsarlığı içinde kendini zincirlemek değildir. Kendini tanımak ve cevherlerini açığa çıkarmak isteyen arayıcının bitmeyen ruh sondajını öz-eleştiri sağlar. Burada bir ayıklama vardır. Yüklerinden boşanma ve kurtulma vardır. Kendini devamlı ölçme-tartma-ayarlama eylemine girebilenlere insan diyorlar. Bizim tasavvufçuların ve bir ölçüde felsefenin bir adım ileri giderek olgun insan (kâmil insan) dediği kavramın ayrı bir seviyeyi işaret ettiği de açık.
Düşüncenin değersizleştiği yerde, -yine halk diliyle söyleyelim- köpeksiz köyde değneksiz gezenler hâkimdir. Akıllarına ne gelirse söylerler ve yaparlar. Yaz-boz’un sonu yoktur. Akşamdan sabaha karar ve durum değişir. Oyun alanında tek düdük çalar. Hareketi düdük sağlar. İsteyen yaşadıklarımıza bakabilir ve örnekleri bolca görür.
Bizim anlamaya açık tarafımız, eleştiriye açlığı içinde saklar. Dedim ya düşüncenin kolu dört bir yandadır. Ah keşke düşünmeyi öğreten bir maarif sistemimiz olsa! O zaman bu kadar rahat atıp tutanlar görmeyiz. On düşünür, bir konuşurlar. Yüz düşünür bir yaparlar. Çünkü düşüncenin beslediği eleştiri kılıcı kulaklarının dibinde daima dikkat çeker. Uyarıcı-düzeltici hamleleriyle durmadan sorumluluğu hatırlatır.
Bilmem eksiğimizi düşündürebildim mi demeyeceğim. Müzmin derttir, ara sıra söyleyip geçmekle düzelmez.