Adını koyalım, “Dezenformasyon Kanunu” bazı maddeleriyle medeni dünyada asla kabul edilemeyecek bir sansür metnidir. Türkiye’nin bazı üçüncü dünya ülkelerinin gerisine düşmesini getirecek ilkellikte bir metindir. 29. maddesinde geçen hapis cezası, yüz elli yıl önce “devr-i istibdad” kanunlarında bile yoktu. Sultan Abdülhamid devri mahkemeleri, yazılanı sansür ediyor, yayını yasaklıyor ve yazanı-yayanı en fazla nefy(sürgün) ediyordu. Osmanlı Türkiyesinin son yüz senesinde basın, çağdaş anlayışların ve hürriyetlerin savunucusu ve yayıcısıydı. Dünyanın ileri memleketlerinde ne varsa bizde de o yönde ilerleme hamleleri vardı ve basın bunların takipçisiydi.
Dikkatinizi çekerim, Padişahlar, 3. Selim‘le başlayan reform hareketleriyle yetkilerini bir bir devretmeye başlarlar. İki yüz yıl süren muazzam değişmeleri süreci takip ederek bilmek gerek. İlk yenilikçi Padişahımız, geniş reformlarını gerçekleştiremeden yobazların darbe teşebbüsleriyle can veren inkılap şehidimiz 3. Selim‘dir. Onun çalışmalarını daha kuvvetle devam ettiren 2. Mahmud‘un, Abdülmecid’in, Abdülaziz‘in kendi istekleriyle bazı saltanat haklarından vazgeçtiklerini hatırlamak lazımdır.
1793’ten başlayan uzun bir tarih sürecinden bahsediyoruz. Büyük Atatürk‘ü hazırlayan şartları onlar olgunlaştırdılar. Şimdi sözüm ona demokrasiye rağmen tersine gidiyoruz. Türk insanı bu gerçekleri bilirse, bugün yapılanların Osmanlı Sarayı’nın yaptığının tam tersi olduğunu da daha iyi anlar ve değerlendirir. Üstelik bizim padişahlarımız yetkilerini de konulmuş kurallarla yürütürlerdi. Devlet hayatında keyfi uygulama kabul edilmezdi.
Kanunlara karşı hile
Yine son söyleyeceğimi baştan söyleyeceğim bir konu üzerindeyiz: Sansür Kanunu diyeceğim metne itirazı soranlara söylenecek söz, hatırlatılacak -yaşadığımız- gerçek vahimdir. Evet vahimdir, çünkü doğrular da kanuna girse doğru uygulanmayacak ve yanlışlar katmerli yanlışlara yol açacak. Bu kadar keskin bir hükmü vermek için geçirdiğimiz yirmi yıla bakmak lazım. Geçmişten gelen temel yanlışlarımız da vardır ve biri şudur: Bizde kanunlar, tüzükler, yönetmelikler mükemmel hazırlanır. Büyük devlet oluşumuz bize bu tecrübeyi vermiştir. Sıkıntı uygulamaya gelince çıkar. Ya tamamen görülmez, ya kısmen değişik uygulanır, ya da önünden arkasından dolanılacak bir “hîle-i şer’iyye” bulunur.
İşte benim apaçık dokunacağım, kanuna karşı bu hilekârlıktır. Hîlekârlığı yaygınlaştırdığımız için geldiğimiz yerdeyiz ve toplumu çürütüyoruz. Yalnız hile düşünenler, toplumu da hileye alıştırdılar. Büyük bozguna zemin hazırlandı. Bu vesileyle bir hukukçu heyetinin Türkiye’de uygulanmayan kaç kanun ve kanun maddesi olduğunu çıkarmasını isterim. Böyle bir dökümü merakımın sebebi şudur: Acaba neleri askıya almışız da bu haldeyiz? Çünkü kanunlar var ve emin olun -yeni çıkarılan, Türkçesiz, mantıksız, manasızlık yüklü olanlar hariç- çoğu da mükemmel. Varsa böyle bir çalışma görmek isterim.
Kanun mu dediniz?
Sıkı durun, daha ağırını şimdi söylüyorum: Bu memlekette hâlâ Anayasa hükümleri uygulanmıyor. Üstelik herkesin bildiği -ve belki kanıksadığı- bu gerçek konuşulmuyor. Mevcut Cumhurbaşkanımız tarafsızlık yemini etti. Yemin metni Anayasa’dadır. Bakın ve görün, hangi davranışı o Cumhurbaşkanı profiline uyuyor? Onunla da bitmiyor, bir dizi Anayasa metni askıdadır. Görmez(lik)den geliniyor. 2018’e gelirken de zaten fiilî durumu meşrulaştıralım diyerek değişikliğe gittik. Demek ki isteyen istediği gibi bir fiilî durum (de facto) yaratabilir ve Anayasa, kanun-nizam dinlemeyebilir. Biz bunu, bunları yaşadık ve yaşıyoruz. O halde soru şudur: 2500 yıllık Devlet Geleneği nerede kaldı?
Bu durum karşısında, “Ülkeyi kanunlar ve kurallarla yönetmeye döneceğiz” denmesi benim için ihtilâl çapında bir inkılaptır. Adını koyalım, hatta bu bir “ahlâk İhtilâli”dir. Evet, çünkü bizi dibe çeken ahlâksızlıktır. En tepede de devlet erkinin kullanılışında akıl almaz hileler ve yanlışlar var. Belediyelere uygulananlara bakın bunu göreceksiniz. Gücü kanuna-nizama uyarak kullanmayı ne zamandır unuttuğumuzu düşünmenizi isterim. Kanunlara kurallara hîle canımıza okuyor.
Ahlâk aranıyor
Bana sorarsanız, biz bunlarla ahlâksızlaşan bir toplumuz. Nasıl köşeyi döneceğim hilesi düşünen ve dönen büyük vurguncularla, bol kuyruklu hayatımızda, diğerlerini atlatarak öne geçmek fırsatı kovalayan sade insanın davranışı aynıdır. Biz yalnız hîle düşünen bir toplum haline gelerek, hakkına razı olan ahlâklıları dışladık. Onlardan gittikçe çoğalan hîlekârlar ordusuna geçenlerle ahlâksızlığın toplumdaki egemenliği pekişiyor. Yaptıklarımızın bizi buraya getirdiğini görmüyoruz.
Diyeceğim o ki, durumumuz “Deveye sormuşlar” fıkrasındaki gibiyken bir Dezenformasyon Kanunu çıkarıyoruz. Bozmaya devam ediyoruz. Devlet hayatında bozgunculuk, yıkıcılık büyük küçük yok saymalardan başlar. Dezenformasyon bilgi çarpıtma demek. Yanıltıcı bilgi de buna girer. Yazdığım ve yazmadığım onca temel yanlış, çarpıtmayı aşan bir durumdur. Yok saymadır, yıkımdır. Ben istersem öyle, istemezsem böyle olur keyfîliğidir. Bunların yaratacağı ve yarattığı bozgunu önlemek için bir şey yapıldığını görmüyoruz. Konuşulduğunu da görmüyoruz.
Neremiz doğru ki neremizi düzelteceğiz diyecek haldeyken, yanlışları devam ettirmeye kanun desteği aranması acıdır. Frenklerin “traji-komik” tabirinin ironisine bulunmaz örnektir. Böyle de tarihe geçilebilir. Derde çare aranmadığı kesindir. Beni mazur görsünler, bu temel ârızalar varken ve hiçbir şey denmez ve yapılmazken, iyi niyete, doğruya, iyiye, güzele dönük bir maksat güdüldüğünü düşünemem. Bu dağ gibi kuralsızlıkları halledelim de sonra hadi denildiğinde koşarız.
Kanunlara kurallara uyulursa, kurumlar çalışmaya başlar ve o zaman böyle hileli kanunlar yapmayı da kimse aklına getiremez.