Son yazılarımda yeni dönemin arızalı alışkanlıklarının kültürleşmesi tehlikesinden bahsediyorum. Parti içi demokrasi meselesi ve milletvekili seçimi de onlardandır. Totaliter eğilimlerin gitgide arttığını görüyor, yaşıyoruz. Şu şartlarda bir kişinin yazıp çizdiği bir listeden iyilik beklenmez. O seçilenler milletin vekili olmaz, sahibinin elemanı olur. Böylelikle, milletvekilliği şerefini geçtik, giderek insan haysiyetine ters bir ortam doğmasına şaşılmaz.
Nitekim geldiğimiz yer orasıdır. Çoğunlukla patronun dediği, yaptığı-ettiği doğrudur diyenler siyasettedir. Parti iktidarda ise bakanlık, vekillik, danışmanlık, yüksek memuriyet, çok maaşlılık ve alabildiğine geniş imkân tarlası onlar içindir. Muhalefet partisinde iseler, vekillikler, yöneticilikler ve öne çıkma imkânları onlar için kullanılır. Bu sistemsiz sistemde baraj sorusu “Ben bilmem Reis bilir”dir. Ve alınacak karşı tutum da kesindir: Haklı haksız, doğru yanlış demeden Genel Başkanın muhaliflerini topa tutmak.
Ne yapacağını o bilir
Böyle böyle kurallar rafa kalkar. Nebâtî‘nin Fransa’da açık ettiği de bu kuralsızlıktır. İşin başı tepedekine bağlılıktır. İnsanlar çaresiz kalırmış, olsun! Çaresi kalsınlar ki tabi olsunlar. “Sadakat isterim” diyenin sesi kulaklarda çınlarken başka sese gerek yoktur. Sonra olan olur. Herkesin bir hayatı ve bu hayatın devamı için işe-aşa ihtiyacı var. Evlâd ü ıyal derdi benim diyene diz çöktürür. Kanun-kural, ölçü-ahlak dağılır, bozulma sosyal bozguna dönüşür. Sadece yetişkinlerin değil, evde okulda çocukların karşısına bu tepedekinin iki dudağı arasından çıkanın kanun olduğu fikri çıkar. Bu durumda iyi olmaya ve iyi yetişmeye gerek kalmaz. Eğitim öğretim görevlileri de dersi, öğretmeyi bırakır, “Kralın alkışçısı” nesiller için çalışır.
Gittiğimiz yol budur.
Efendiler, bilesiniz ki bu çıkmaz yoldur. Tarihte yaşanmış benzerlerine bakınız, hepsi lanetle anılır. Çünkü insan ne kadar kolaycı olursa olsun iyiye ve güzele meyillidir. Değer arar. Bu alkışçılık en yüksek değer kaynağı dini kullanmaya başlasa bile değersiz ve ömürsüzdür. Kofluk, boşluk, tekdüze insan ve davranış bekleyen anlayışın iflası için düşmana ihtiyacı yoktur. Çöküşü kendindendir ve kesindir. Fakat bize düşen bu duruma düşmemektir. Düştüysek yıkımı ağırlaşmadan dönecek-döndürecek akıl ve şuura varmaktır.
Kişiye tapınmaya doğru giden yol, yaratılan illüzyona rağmen 21. asır çocuğuna saçma gelir. Uyaranları bol bir dünyada o tür bir bağlanmanın gereksizliği-geçersizliği kolayca anlaşılır. Doğru fakat buna rağmen aldatma devam ettirilebilir. Bu da daha derin kayıplara yol açar: İnsanlar, önce dine soğuklaşır, sonra topluma, millete… Manasızlaşan hayatın mana kazanması için oraya buraya savrulmalar başlar. Memleket içinde bu savrulmayı önleyecek sağlam bir toplum yapısı da kalmayacağı için önlenemez bir yıkıma düşülür. Sağlam insan yetiştirme merkezleri, kendini koruyabilen insan ve gruplar varsa dönüş mümkündür.
Şu var ki, sosyolojik olaylarda başlayan süreç işler. Sembolle anlatırsak, ekilen yanında ayrık otu, diken, zehirli bitki de toprağa verilen sudan faydalanır. Daha fenası, buğday değil ayrık otu iyidir diyen yeni bir çiftçi tipi çıkmasıdır. O takdirde yanlış ekim fark edilmez. Bilinen her şeyi tersine çevirecek bu illüzyona inanılmışsa o zaman vay halinize! Bizdeki durum biraz böyledir.
Din alanı karanlık
Toplumlar Batısıyla Doğusuyla bu durumlara düşerler. Hasan Sabbah‘ın Haşhaşiliği ile Hitler Nazizminin, Hülâgû zulmüyle Stalin kıyıcılığının farkı sadece kullandıkları âletlerde ve devirlerinin şartlarındadır. Engizisyon gibi saçmalıklar bizde yaşanmadı, yaşanmaz diyenler yanıldıklarını anlarlar. Bir bakarsınız, El-Kaaide, İşid, Taliban, İhvan ve benzerleri pıtırak gibi biter ve bu çağın öldürücü silahlarını din adına kullanırlar. Doğu ve İslamiyet adına ahkâm kesen dinden geçinenler, bizde din savaşları yaşanmadığı zannıyla övünürler. Yeni dünyanın anarşizmini temsil eder hale gelen din grupları birbirini boğazlarken bunu söylemeleri ayrı bir garabettir.
Türkiye, binlerce yıllık inanış geleneği ve bin yıllık Müslümanlık tecrübesiyle bunları yaşamaya uzak diyebilmek isterdim. Yine de Türkiye’de bu anlayış yerleşemez, kültürleşemez diyebiliyorum. Ama tehlike de kapıda. Yansımaları can yakıyor. Ülkemiz, bin yılın tersine bir gidişin uygulama alanı haline geldi. Gün günden kötüye giden bir kabuk dindarlığının ve kendi keyfi için dini kullanmanın varacağı yer İşid‘den farklı olmayabilir. Bu durumda, bilenlerin, görenlerin tartışacağı konu belli: Türkiye’de sayılarını bilmediğimiz tarikat görünüşlü yapılar, cemaatler, İşid ve benzerlerinin sadece bir adım gerisindedir.
Bu yolda yürüyen siyasetle durum iyice ciddîleşti. Fetö‘den sonra değişen bir şey yok. Yarattıkları illüzyon ve hipnoz kanımızı emiyor. Kolay kolay Türkiye’de bunlar olmaz diyenler de “Acaba?” demeye başlayabilirlerdi. Şükür ki oraya varmayacak. Bu çıkmaz yolun sonuna geldik. Yalnız, bu duruma düşmenin acısını da unutmuyorum.