Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin,
Bülbül hamûş, havz tehî, gülistan harâb.”
Evet, “Bülbülün sustuğu, havuzların suyunun boşaldığı ve gül bahçesinin bakımsız ve harap kaldığı bir dünya baharındayız.” Baharların baharlığı gönül huzuruyla mümkün. Neresinden bakarsak bakalım, bir yerde huzurun kaynağı da bilinmedir. Bilen, bildiğine göre çalışır ve harap bir baharı önler. Gel gör ki biz, bilenden kaçıyoruz.
Bugünkü dibe vuruşun tek sebebi ne deseler cevabı tereddütsüz veririm: Bilgiye ve bilene düşmanlık bizi bu hale getirdi. İnsan bilemeyebilir. Bilmenin önemini de anlayamayabilir. Fakat bilgiye düşmanlık apayrı bir iştir. İşte o toprakta ot yeşermez ve bahar hissedilmez. Bilenlerin sustuğu veya susturulduğu bir ortamdan her türlü kötü sonuç çıkar.
Böyle hüküm cümleleri halinde sözü net ve hatta keskin söylemezsek muhatabın dikkatini çekmek ve uyanış mümkün olmayacak. Ülkede toplu uyuşma hali(hipnoz) yaşanıyor. Liyakat ve ehliyetin bu derece devre dışı kaldığı bir dönemi benim neslim görmedi. Okumuş adam dendiği vakit dünyanın gidişini, kalabalıkların bilmediklerini bilen bir kişi anlaşılırdı. Bilenin yeri yukarlardaydı. Nineler, dedeler, ergenlik çağındaki okuyan çocuğa saygıyla zırhlanmış bir sevgi duyardı. Benim çocukluğumda ilkokuldan sonra okuyanlar apayrı bir yere konurdu. Bilmenin önü imkânlar ölçüsünde ve fırsat eşitliği tanınarak açıktı. Fakirler de okuyabilirlerdi. Bilme yolunda ilerlemeye engel olan başka faktörlerdi.
Milletimizin bu özelliği de son dönemlerde aşınmış görünüyor. Ana sebep dışında birkaç hususu sayabiliriz: İki kişiden birinin lise-üniversite seviyesinde okul bitirdiği bollukta o yüksek değer aynı kalmaz. Okumak, alışılmış ve sıradan bir iş haline gelir. Bizde de bu yaşandı. Okumuştan beklenen seviye kalmadığı için değeri de düştü. Mesela, mühendis ve doktor dendi mi herkes için saygı duyulan bir meslekti. Halkın görüşüne göre gözünü kırpmadan kız verilirdi. Devlet memurluğu da derece derece itibarlıydı. Artık hiçbiri eski değerinde görünmüyor ve görülmüyor. Fakat asıl mesele başka.
Ne demek istiyorum?
Hayatımız hızla değişirken normal olmayan gelişmeler yaşandı. Bileni ve değerliyi arayan bakış bırakıldı. Bununla da kalınmadı, bileni dışarıya atmaya çalışan bir olumsuz tavır yerleşti. Frenkler buna “negatif seleksiyon” diyorlar. Yani iyiyi bırakıp kötüyü seçme. İyi paranın kötü parayı kovması gibi, kötü insanın iyi insanı; kötünün, iyiyi-doğruyu-güzeli istememesi ve sistemin dışına itmesi gerçekleşiyor. Liyakat ve ehliyet gözetmeyen bir idare çarkına böyle düştük.
Devlet hayatı bakımından böyle tehlikeli bir tercih karşısındayız. Canımızı çok yakıyor. Bizim adamsa ne bildiği, ne kadar bildiği önemli değildir. Bizim için tek hedef ve hedefe gidişte tek doğru bizim egemenliğimizdir. Biz ehliyet ve liyakat gözetmeyerek baştan hakkı hukuku dışarda bıraktığımız için yeni köye getirilecek eski adet kabul edilemez. Geldiğimiz yer aşağı yukarı burasıdır. Görülüyor ki bu cümlelerdeki ilk yanlış, sonraki bütün hamleleri haliyle yanlışa itiyor. Bunları bildiğiniz halde susuyorsanız yanlışlara ardına kadar kapılar açılıyor. Tökezlemekten ve düşmekten kurtulamıyorsunuz.
Ne olduğunu anlamalıyız
Son dönemlerin hayatımızı altüst eden kayırmacılık görüntülerini, sosyologlarımız, sosyal psikologlarımız henüz incelemedi. Oysa çok sayıda araştırmaya zemin oluşturan bir sosyal değişmenin eşiğinde değil içindeyiz.
Halk, “Biz bilmeyiz yukardakiler bilir” fikrinin getirdiği güvenle yaşar. Oyuyla hükumet değiştirmenin hazzını da yaşar. Gücünün farkında olması, her şeye karışabileceği manasına gelmez. Kendi hayatına titizlenir ve o çerçevede bakar. Böyle bir bencilliğin dar alanındadır. Her devirde değişmeyen budur. Halk arasında şimdi yaşanan ise çok farklı ve üzerinde ısrarla duracağımız tehlikeler barındıran bir gelişmedir.
Bu tehlikeli değişmenin ilk işaretlerini yıllar önce görmüştüm. Sanırım 2008 yılıydı. Bir bayram ziyaretinde Yahyalı’da bir mahalle bakkalı bana “Askerler, Doğu’da bizim çocuklarımızı pisi pisine öldürtüyorlarmış.” dedi. Ağır hakaretler etti. Halk, hükûmeti, kurumları her zaman eleştirirdi. Fakat ordu başkaydı. Hoşuna gitmeyenleri pes perdeden söyler ve ateşe dokunmuş gibi geri çekilirdi. Yanlıştan dönülme ümidini dua kıvamında dile getirir, “Aman ,Allah ordusuz bırakmasın, güçlerini artırsın!” derdi. Ne olursa olsun böyle bir çıkışta bulunması imkânsızdı. “Ben imkân olsa çocuğumu askere göndermem!” diyecek bir kimse toplumda yer bulamazdı. Şimdi bağıra çağıra söylenebiliyordu. Bu değişme nasıl olmuştu? Bakkala kim, nasıl bu fikri kabul ettirmişti?