Dostluk, hiçbir menfaat beklemeden, hiçbir karşılık ummadan dostuna elinden gelen her türlü desteği ve yardımı yapmaktır. Gerçek dost, iyi günlerde değil, en zor zamanlarda belli olur. İnsan, parasız kaldığında, güçsüz düştüğünde, hasta olduğunda, kendini yalnız ve kimsesiz hissettiğinde yanında kim varsa, işte o gerçek dosttur.
Dostluk öyle bir şeydir ki, bir kilo elmanız olsa ve “bir sana, bir bana” diye paylaşırsanız, elmalardan biri büyük, biri küçük çıkabilir; biri fark edilmeden çürük olabilir. Ancak gerçek dostluk, elmaların her birini eşit şekilde bölerek paylaşmaktır.
Dostluk, hiçbir menfaat beklemeden, hiçbir karşılık ummadan dostuna elinden gelen her türlü desteği ve yardımı yapmaktır. Gerçek dost, iyi günlerde değil, en zor zamanlarda belli olur. İnsan, parasız kaldığında, güçsüz düştüğünde, hasta olduğunda, kendini yalnız ve kimsesiz hissettiğinde yanında kim varsa, işte o gerçek dosttur.
İnsan, düşmanından gelen darbeye hazırlıklıdır. Ancak dost bildiği insanlardan gelen darbeler, en savunmasız anında gelir ve en derin acıyı da işte bu açar. Tıpkı bir boksörün hiç beklemediği bir yumrukla nakavt olması, bir satranç ustasının ummadığı bir hamleyle mat edilmesi ya da savaşta düşmanın tahmin etmediği bir noktadan saldırıya uğraması gibi…
Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Sakarya Meydan Muharebesi’dir. Mustafa Kemal Paşa, pek çok itiraza rağmen, düşmanın beklemediği bir noktaya stratejisini yoğunlaştırmış ve büyük bir zafer kazanmıştır. O gün, Türklüğün var olma savaşıydı. Bugün de her insan, kendi içinde benzer sınavlarla yüzleşir; dostluk, güven ve sadakat konusunda büyük imtihanlar verir.
Bugün iç dünyamda fırtınalar koparan iki atasözü var:
“Dost acı söyler.”
“Düşmanın attığı taş değil, dostun attığı gül yaralar beni.”
En yakın dostlar, en çok güvendiğimiz insanlardır. Bu yüzden, onlardan gelen darbeler en derin yarayı açar. İnsan hayatının bir döneminde mutlaka bu gerçeği yaşayarak öğrenir. Güçlüyken, makam sahibiyken, zenginken, çevresi kalabalık olanlar bu gerçeği fark etmeyebilir. Ama fark etmeseler bile içlerinde bir yerde, bir gün bunun başlarına geleceğini sezerler. Tıpkı hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamamız ama aslında her an ölümün kaçınılmaz olduğunu bilmemiz gibi…
Peki, bu hayal kırıklıklarını yaşamamak için ne yapmalı? İşte en kritik soru budur. Ömrümün hazanında, hâlâ bu sorunun cevabını bulamadım. Eğer bir gün bulursam ya da bu soruya cevap veren birini tanırsam, ilk işim bunu kendime ve başkalarına anlatmak olacak. Bilen biri varsa, lütfen bana da söylesin…