“Atatürkçülüğe Düşmanlık” başlıklı kaynak, Türkiye’deki ideolojik çatışmaların merkezine Atatürkçülüğü koymaktadır. Metin, Atatürkçülüğü yalnızca bir ideoloji olarak değil, aynı zamanda Türk milletinin bağımsızlık ve çağdaşlaşma iradesiyle birlikte Batı emperyalizmine karşı direnişin bir simgesi olarak tanımlar. Bu nedenle, Atatürkçülüğe yönelik saldırıların aslında Türk milletine ve milli birliğe yönelik bir tehdit olduğunu savunur. Ayrıca, Sovyet coğrafyasındaki Türkçü-komünist bir çizgiyi ve bu geleneğin önemli düşünürlerini tanıtarak, Marksizmi Türk tarihi ve dinamikleriyle birleştirmeye çalışan farklı bir sol düşüncenin bastırıldığını belirtir. Metin, Atatürkçülüğü savunmanın Türk milletinin geleceğine sahip çıkmak anlamına geldiğini vurgular.
Türkiye’de düşünsel kırılmalar, yalnızca siyasi pozisyon farklılıklarıyla değil, derin ideolojik çatışmalarla şekillenmiştir. Bu çatışmaların merkezinde ise Atatürkçülüğün, Türkçülüğün ve devrimciliğin nasıl anlaşıldığı sorusu yer alır. Atatürkçülük, tarihsel olarak yalnızca bir ideoloji değil, Türk milletinin bağımsızlık iradesinin, çağdaşlaşma talebinin ve Batı emperyalizmine karşı direnişinin simgesidir. Bu yüzden Atatürkçülüğe yönelik saldırılar, çoğu zaman doğrudan Türk milletini hedef alır.
Atatürkçülük yalnızca bir dönem ideolojisi değil, aynı zamanda emperyalizme karşı Anadolu’nun direniş kodudur. Bu nedenle, bu düşünceye düşmanlık, zaman zaman örtük olarak Türk düşmanlığı şeklinde tezahür eder. Rum-Yunan ve Arap bedevî çıkarlarına selam çakan, Türkiye’nin bölgesel ve kültürel bütünlüğünü hedef alan bazı söylemler, Atatürk karşıtlığını yalnızca bir “eleştiri” olarak değil, doğrudan millî birliğe kast eden bir araç olarak kullanır. Bu bağlamda Atatürkçülük karşıtlığı, biçimsel bir muhalefetin ötesinde, Türk milletine duyulan yapısal bir rahatsızlığın dışavurumudur.
Bugün Atatürk düşmanlığı, yalnızca bir fikir beyanı değil, aynı zamanda bir kimlik inşasıdır: Batılı görünen ama içsel olarak Türkiye karşıtı bir duruşla birleşen, Türk ordusuna, diline, tarihine ve millet iradesine duyulan kin ile şekillenen bir ideolojik koordinat sistemidir.
Bu kırılmanın bir başka boyutu da sol içindeki ayrışmalarda kendini göstermiştir. 1920’lerde Türkiye’ye dönen Mustafa Suphi ve arkadaşlarının trajik sonu, yalnızca bir siyasi cinayet değil, Türkçü-komünist çizginin bastırılması anlamına gelir. Oysa bu çizgi, enternasyonalizmi bir Türk halk devrimi ile sentezlemeye çalışan özgün bir damardı. Mirsaid Sultan Galiyev, bu bağlamda sadece Sovyet coğrafyasının değil, Türk dünyasının da en özgün entelektüellerinden biridir.
Bu gelenekten sayılabilecek diğer bazı isimler şunlardır:
Dr. Hikmet Kıvılcımlı: Marksizmi, İslami gelenek ve Türk tarihsel dinamikleriyle birlikte yorumlamaya çalışan teorisyen.
İsmail Hakkı Baltacıoğlu: Eğitim yoluyla halkçılığı ve millî bilinci birleştirme arayışında olan bir düşünür.
Sadrettin Celal Antel: Sosyalizmi Türklükle birleştirme gayretinde olan az sayıda sol aydından biridir.
Şevket Süreyya Aydemir (özellikle gençlik dönemi): Kadro hareketiyle birlikte “millî kalkınmacı” sosyalizmin öncülerindendir
Bu isimler, Marksist kuramın ezberci ve Batı merkezli yorumlarına karşı, halkı, tarihi ve Türk milletinin varoluş kodlarını merkeze alan bir sol düşüncenin mümkün olduğunu göstermiştir.
Ancak bu damar bastırılmış, Sovyet tipi komünizmin otoriterliği ve Ankara’daki resmiyetin şekilci tutumuyla sindirilmiştir. Yine de bu düşünce geleneği, tarihsel olarak ortadan kalkmamış; zaman zaman kendini farklı formlarda yeniden üretmiştir.
Bugün Atatürkçülüğü savunmak, yalnızca bir geçmişe saygı değil, aynı zamanda Türk milletinin geleceğine sahip çıkmaktır. Atatürk’e düşmanlık, çoğu zaman Türk milletinin ortak hafızasına ve bekasına yönelik düşmanlığın bir biçimidir. Bu yüzden, Atatürkçülüğün biçimsel değil, özsel ve tarihsel bağlamıyla savunulması; sadece bir görev değil, bir zorunluluktur.