Önceki gün Birol Cevizoğlu “Deniz Gezmiş Gerçeği!” diye bir yazı yazdı.[1] Ben de bu yazıyı feyste paylaşmış idim. Sen misin Deniz Gezmiş’in kirli yönlerini ortaya koyan? Birol Bey ve yazısını benim gibi paylaşanlar, solcu arkadaşlarımızın suçlamalarına hedef olduk. Nevzat Dur, “Bu yazı güçlenen antiemperyalist düşünceyi nasıl baltalarız diye, Vatanseverlerin birleşmesini engellemek için kaleme alınmıştır.”, “80 öncesi makalelerini hatırlatıyor. Baktılar ki Vatanseverler bir cehphede birleşmeye başladılar tabii ki bazı sebepler uydurmak gerekiyor, işte o sebep bu tür yazılarla destekleniyor.” dedi. TRT’den arkadaşım Erdal Özkan ise “Birileri bir yerden bir şeyler ateşlemeye çalışıyor anladığım kadarıyla. Bir zamanlar ‘Sağcılık solculuk önemli değil. Önemli olan bağımsızlık’ diye konuşurduk hatırlar mısın? Bugün biri kalkıp bunları söylüyorsa, memleketi bütünüyle emperyalizme ve kendi amaçlarına parsel parsel satan birilerine karşı aynı safta durmak varken, şimdi durduk yere nifak tohumları saçıyor diye düşünürüm. O günlerden gelen biriyim. Her iki taraftan çoğunluk genç halis muhlis hakiki vatanseverdi. Kimsenin kimseye laf etmeye bence hakkı yok.” dedi. Birol Bey yazısını gerçekten böyle bir amaçla mı yazdı, yoksa kanatılmaya hazır tutulmak için sürekli kaşınan bir yaraya mı parmak bastı? Ben ikincisi olduğunu düşünüyorum. Sadece arşivimde bulunsun diye aldığım bu yazı ve gelen eleştiriler bana toplumsal hastalıklarımızı ve Dündar Taşer’in “Doğruda birlik doğrudur, yanlışta birlik doğrudur, bizatihi birlik doğrudur!” ilkesini düşündürdü.
Günümüzde “Ölü sevicilik”(nekrofili) hastalığına çok benzeyen sosyal bir hastalıkla iç içe yaşıyoruz. Gün geçmiyor ki bununla ilgili bir haber duymayalım. Önce bu ölü sevicilik nedir, ona bakalım. Dr. Şafak Taktak’a göre Ölü sevicilik “Sıkça rastlanan, parafili türü (cinsel sapkınlık) bir hastalıktır. Bu türe fetişistler, sübyancılar ve röntgenciler de giriyor. Genel tanımı ile nekrofili; bireyin cesetle ilişki kurarak veya seyrederek cinsel haz almasıdır. Birçoğu normal insanlar gibi yaşadığından ötürü, onları kimse fark edemiyor. Aileleri ve işleri var. Gerçeği değerlendirebiliyorlar. Sadece %15’lik bir kısmı psikoz. Bu kişiler genellikle mezarlıklara yakın çevrelerde oturuyor. Meslek seçimleri ise yine ölüler üzerine: Mezar bekçiliği, otopside çalışmak vb.” Bunların ölülere karşı olan ilgi ya da eğilimlerinin sebebi ise “Genellikle sevdikleri insanların ölümlerini kabul etmedikleri için bu eğilimi seçmekteler. Onların sonsuza dek yaşayacaklarını düşünüyorlar. Bunun yanı sıra, zamanında ulaşmak isteyip de ulaşamadıkları ölülere karşı da ilgileri olabiliyor. Tecavüze yeltenme nedenleri arasında, daha çok aşkı ve öfkeyi görmekteyiz.”[2] Bu hastalık aynı zamanda ölülere olması gerekenden fazla ilgi ve rağbet göstermeyi de işaret ediyor. Peki, bu hastalığa çok benzeyen anlatacağım diğer hastalık nedir? O hastalık bazı ölü kişileri veya ataları putlaştırma hastalığıdır. Ruhi, psikolojik, dini temelleri olsa da kişisel bir hastalık değil daha çok toplumsal bir hastalıktır. Elbette hastalığa yakalanan kişiler vardır; mesele şu ki bu kişiler yalnız değildir. Bu hastalığı tanımlamaya çalışırken “Atalar kültü” olan bir milletin mensubu olduğumun farkındayım. Ancak bizdeki atalara saygı, atamızın kahramanlıkları ölçüsündedir. Kişi dünyada da ahirette de ne yapmışsa o kadar saygı görür, yükselir, yükseltilir. Atatürk böyle bir şahsiyettir. Gösterilen saygının her zerresini hak etmiştir. Bazı ölüleri, ataları layık olduğundan fazla yüceltmek ise bir hastalık belirtisidir. Bu hastalık eğer ölmüş kişiyi olduğundan fazla göklere çıkarıyorsa ortada bir tuhaflığın olduğu az çok sezilir. Tuhaflığın sezilememesi, sözünü ettiğim hastalığın toplumda sanıldığından çok daha yaygın olduğunu gösterir.
Tarih boyunca yaşayan veya ölmüş kişiler üzerinden kendine güç devşirmeye çalışılmış, kendi güçsüzlüğünü, zayıflığını örtmek için canlı veya ölüler yüceltilmiş ve kullanılmıştır. Aslında ölü seviciliğin sözünü ettiğim hastalıkla benzerliği ölüyü kullanma şekilleridir. Biri bunu sapıkça yaparken, diğeri daha ölçülü yapmaktadır. Bu hastalığın bir adı yoksa ben ona “ölü kullanıcılık” diyeceğim. Maalesef bazılarının boşluklarını kapatmak için girdikleri “ölü kullanıcılık”, yerli yabancı istihbarat örgütleri ve terörist yetiştiren örgütler için istismara çok uygun bir alandır.
1977’de, İstanbul Taksim’de işçi bayramında farklı tarafların kürsüye sahip olma savaşı sırasında, muhtemelen fırsatçı yabancı servislerce öldürülen marksistleri anmak için her yıl aynı yerde toplanmaya çalışırken kavga etmek, her yıl en güzel şekilde kutlanabilecek bir ‘bayramı’ kavga gürültüyle rezil kepaze etmek, tam bir “ölü kullanıcılık”tır. Hristiyan bir ressamın geçen yüzyılda yaptığı bir kişinin resminin altına oturup onun adını kullanarak İslâmî bir güç oluşturulduğunu düşününüz. Eski bir başbakanı mağdur edebiyatıyla nasıl göklere çıkardığımızı ve onun gücünü değişik parti ve dönemlerde nasıl devşirmeye çalıştığımızı hatırlayınız. Eli kanlı teröristlerden, tozpembe kahramanlar yaratıp onları topluma sevdirmeye çalışmak da bir “ölü kullanıcılık”tır. Özellikle PKK’nın, elemanlarını örgüt içi infazla öldürüp sonra onu “TC öldürdü” şeklinde ondan bir kahraman çıkarmaya çalıştığını biliyoruz. Şimdi “ölü kullanıcılık”a muhatap olmuş birkaç isim daha vereceğimi zannediyorsunuz. Yanıldınız. Bu konuda bir kaza okuna hedef olmak istemediğim için beni mazur görünüz.
Allah’tan başka yüceltilebilecek bir kudret yokken, bir insanı yapıp ettiklerinden soyutlayarak onun sırtından güç temin etmenin boyutu ölülerden, yaşayanlara doğru genişlemişse, yaşayanlar böyle bir hastalığa tutulduklarını fark edemiyorsa, üstelik muhatabı da durumdan çok memnunsa, o vakit hastalık salgına dönüşmüştür. Derhal tecrit gerekir. Yaşayanların veya ölülerin, insanlığa, topluma hizmetlerinden öte bir anlamı olmadığını bilmemiz gerekiyor. Ülkenin geleceği de dâhil olmak üzere hiçbir izah, beş para etmez insanların yüceltilmesini bana mazur gösteremez.
Birisi çıkıp size “Ben seninle vatanın birliği ve bölünmezliği konusunda anlaşmıştım ama sen benim “ölü kullanıcılığı”ma dokunuyorsun, bundan böyle seninle aynı görüşleri savunmayacak, aynı yolda yürümeyeceğim.” diyorsa o zaten yanlış bir yol arkadaşıdır. Bunun yerine “Ben vatanın birliği ve bölünmezliği için gözümü kırpmadan canımı veririm, gel şu meseleyi bir tartışalım, neresi yanlış?” derse ve inandıklarını, geçmişini, sevdiği ölüleri rahatlıkla sorgulayabilirse; soru sorabilirse onunla yürümeye devam edebilirsiniz. Çünkü o sonuçta aklını kullanacak, eninde sonunda Sezar’ın hakkını Sezar’a verecektir.
Lütfen şunu unutmayın. Ülkü ile ülkücü farklıdır.[3] Ülküsü için ömrü boyunca yılmadan çalışmış biri için elbette takdir edilecek bir yön mevcuttur ama biz önce onun yoluna bakarız. Acaba bu kişinin ülküsü doğru bir ülkü müdür? Ülküsü yanlış birinin tuttuğu yol onu nereye götürür? Bir insan, doğru bir ülküye sahip olsa bile yanlış aletler kullanıyorsa başarıya ulaşamaz. “Kem aletle kemalât olmaz” da ondan!
Maksadım birilerini incitmek değil. Herkesin kahramanı vardır. Çocukken babamız bize kim bilir nasıl dev gibi gözükürdü? Artık büyüdük. Çocukluklarımız arkada kaldı. Bizi doğuran şartları da bugünü de anlayabiliyoruz. Bana ülkesini milletini çok seven, onun için ömrü boyunca çalışan Atatürk gibi; adam gibi adamlardan söz edin. Sahte kahramanlar yüzünden bu ülkenin çocukları gerçek kahramanlarını öğrenemiyor. Gençlerimiz İbni Sina, Razi, Biruni, Uluğ Bey, Katip Çelebi… gibi dâhilerimizden habersiz yetişiyor. Yazık oluyor.
[3] Hasan Ali Yücel döneminde çıkarılan bir derginin de adı Ülkü’dür.