Arslan Küçükyıldız
Arslan Küçükyıldız

Mehmet Akif ve Fetullah Gülen

Mehmet Akif, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1919  yılında Samsun’da başlattığı Milli  Mücadele hareketine fiilen katılmış, bir kısım aydınlar mandacılığı tartışırken O  Anadolu’ya milletinin yanına koşmuştur. Özellikle  camilerde yaptığı konuşmalarla  halkı birliğe, beraberliğe, milli uyanışa davet etmiştir. Akif bu konuşmaların en önemlilerinden birini Kastamonu’da tarihi Nasrullah camiinde 19 Kasım 1920 tarihinde yapmıştır. Sebilü’r-Reşad  dergisinin 25 Kasım 1920 tarihli 464. sayısında yayınlanan bu tarihi konuşmanın tam metni şöyledir:[1]

“Bismi’IIahi’r-Rahmani’r-Rahim
"Ey iman etmiş Olanlar, ey Müslümanlar, içinizden olmayanlardan, size yabancı milletlerden dost edinmeyi­niz". (AI-i İmran suresi, 118. ayet) 
 Ayet-i Celiledeki "bitane" içli-dışlı görüşülen, kendi­sine her türlü esrar tevdi edilen samimi dost, yar u can, arkadaş, sırdaş manalarınadır. Öyle "bitane" ki, “ sizlere karşı zarar vermekten, aranıza fitneler, fesatlar sokmaktan hiçbir vakit geri durmazlar. Ellerinden gelen fenalıkların hiçbirini sizden esirgemezler”. “Sizin sıkıntılara, musibetlere, felaketlere uğramanızı isterler”. “Görmüyor musunuz, hakkınızda besledikleri düşmanlık ağızlarından taşıp dökülüyor”. “Bununla beraber yüreklerinde, sinelerinde gizlemekte oldukları kinler garazlar, husumetler, o bir türlü zapt edemeyip de ağızlarından kaçırmakta oldukları nefret ve düşmanlıktan çok büyüktür, çok şiddetlidir”.“Bizler, size her biri hikmetin kendisi, tam manasıyla ibret olan ayetlerimizi böyle sarih bir surette bildirdik. Eğer sizler akı karadan, iyiyi kötüden seçer; hayrını, şerrini düşünür, aklı başında adamlarsanız bu hikmetlerin, bu ibretlerin ge­reğince hareket ederek hem dünyada, hem ahirette felah bulursunuz.”
Ey Müslümanlar. Sizin için bu Ayet-i Celileye uymaktan başka selamet yolu yoktur. Takib edilecek davranış, siyaset kuralı tamamıyla bu Ayet-i Celilenin içindedir. Bundan dolayı yüce manasını bir kerede toplayıp ifade edelim. Cenabı Hak buyuruyor ki: "Ey mü’minler, size ellerinden gelen fenalığı yapmaktan çekinmeyen, bu hu­susta hiç bir fırsatı kaçırmayan, dininize yabancı milletleri kendinize sırdaş, dost, arkadaş olarak kabul etmeyiniz. Bunların sureti haktan görünerek size güler yüz, göstermelerine, hayrınızı ister gibi tavırlar takınmalarına. asla kapılmayınız. Onların, gece-gündüz isteyip durdukları sizin felaketinizden, yok olmanızdan, esaretinizden başka bir şey değildir. Baksanıza size karşı kalplerinde besledikleri düşmanlık, o.kadar dehşetli ki, bir türlü zaptedemiyorlar da ağızlarından kaçırıyorlar. Hâlbuki yüreklerinde kök salmış olan husumeti, ağızlarından taşan ile kıyaslamak mümkün değildir; ondan çok fazladır, çok şiddetlidir.  İşte bütün gerçekleri Ayet-i Celilemizle sizlere açıktan açı­ğa tebliğ ediyoruz, bildiriyoruz. Eğer aklı başında insan­larsanız, eğer dünyada ve ahirette aşağılık olmak, hüsranda kalmak istemezseniz bizim Ayet-i Celilemiz gereğince hareket ederek felah bulursunuz. Bu Ayet-i Celile Al-i İmran suresindedir. Tevbe suresinde de: Meali Celili: “Ey Müslümanlar, Cenabı Hak içinizden, Hak yolunda savaşanları, Allah ile O’nun Resul-i Muhtereminden, bir de müminlerden başkasını kendisine dost kabul etmeyenleri görmedikçe sizler öyle başıboş bırakılacak mısınız, zannediyorsunuz?”  (Tevbe süresi, 16. ayet)
Bu iki Ayet-i Celileden başka: Tevbe suresi, 73.ayet, Tevbe suresi, 123. ayet, Bakara suresi, 120. ayet, Maide suresi, 54 ayet gibi diğer Ayet-i Kerimeler daha vardır ki aynı ruhtadır.Ey cemaati müslimin! İnsan için kendi aleyhine bile çıksa hakkı, hakikati söylemek lazımdır. Ben de bir zamanlar Kitabullah’ı okurken bu gibi Ayet-i Celileye geldikçe acaba diğer milletlere karşı biraz şiddetli davranılmıyor mu? Müslüman olmayan milletler hakkında daha merhametkar olmak icap etmez miydi gibi düşüncelere dalardım. Gerçi bu hatıraların sırf şeytani vesveselerden başka bir şey olmadığını biliyordum. Lakin velev şeytani olsun, o düşünceleri içimden söküp atıncaya kadar, hayli uğraşmalara mecbur kalırdım. Acaba bu vesvesenin kaynağı ne idi?
 Burasını araştıracak olursak işi biraz tabii görürüz. Öyle ya, gözümüzü açtık Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa kamuoyu nakaratından başka bir şey işitmedik. İngiliz adaleti, Fransız hamiyeti, Alman dehası, İtalyan terakkiyatı, kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele ediplerinin ahlaki, insani, içtimai mevzuları pek hoşumuza gitti. Yazarlarının ahlak ve insanlık değerlerini eserleriyle ölçmeye kalkıştık. İşte bu mukayeseden itiba­ren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye başladık. Bu adamların sözleriyle özleri arasında asla münasebet, ben­zeyiş olamayacağını bir türlü düşünemedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna bulaşan bu sapma, bu hata bir zamanlar hana da musallat oldu. Bereket versin ki, yaşım ilerledi; tecrübem arttı, özellikle Avrupa’yı, .Asya’yı, Afrika’yı dolaşarak Avrupalı dediğimiz milletlerin esaret altına, tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadri, hakareti gözümle görünce artık aklımı başıma aldım. Demin söylediğim şeytani vesveselere kapılmış olduğumdan dolayı Cenabı Hakk’a tevbeler ettim. 
Dünyada, Avrupalıları hakkıyla anlayan ve anladığını da iki cümle ile hülasa edebilen bir Müslüman varsa, o da millet büyüklerinden fazıl, mağfur Hersekli Hoca Kadri Efendi merhumdur. İslam Âleminin en fedakâr, en faziletli erkânından Mısır’lı Prens Abbas Halim paşa bir gün sohbet esnasında demişti ki:
"Hoca Kadri Efendiyi zaten Mısır’dan tanırım. İrfanına, yüce büyüklüğüne hayran olurdum. Bir aralık Fransa’ya uğramıştım. Paris’te ilk işim bu muhterem Müslümanı ziyaret etmek oldu. Kendisiyle biraz hoş beşten sonra dedim ki; "Hocam! Senelerden beri burada oturuyorsun. Doğunun, Batının ilmine fennine cidden vakıf ender yaratılışlı bir kişisin. Yakinen gördüğün şeyler tabidir ki tecrübeni, görgünü artırmıştır. Öğrenmek isterim; Avrupalıları nasıl buldun?" 
– Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır. Evet, pek çok güzel şeyleri vardır. Lakin şunu bilmelidir ki o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır. 
Hakikat, Hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini, kendilerinin maddiyattaki şu terakkileri ile ölçmek katiyyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inan­mamalı, asla kapılmamalıdır. Bunların bütün insanlara, bilhassa Müslümanlara karşı öyle kinleri, öyle husumetleri vardır ki, hiçbir suretle teskin edilmek imkânı yoktur. Görünüşte dinsiz geçinirler. Hürriyet, vicdan diye kâinatı aldatıp duruyorlar. Hele, biz Müslümanları, biz doğuluları taassupla itham ederler, dururlar! Heyhat! Dünyada bir mutaassıp millet varsa Avrupalılardır. Gerçek, Avrupalılardan daha mutaassıp bir cemaat vardır ki, o da Amerikalılardır. Taassuptan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz o da bizleriz.
Ey cemaati Müslimin!
 Bilirim ki, bu sözlerim sizin, senelerden beri avutulmuş, uyutulmuş fikirlerinize biraz aykırı gelecektir. Onun için bir, iki misal getirmek icap ediyor. 
 Bilirsiniz ki, bizim 1. Cihan Savaşına girmemizden en çok faydalanmış olan bir millet varsa o da Almanlardı. Şunu ihtar edeyim ki, ben, bu kürsüde 1. Dünya Savaşına girmek mi lazımdı, girmemek mi daha iyi idi, girmeden durabilir miydik, biraz daha geç mi girmemiz uygun olurdu gibi meselelerin hiç birini konu edecek deği­lim. O, benim konumun, salahiyetimin haricindedir. Ortada bir vak’a var ki, biz, Almanlarla birlikte olarak harbe girdik. Yüz binlerce şehit verdik. Yüz binlerce ocak sön­dü. Milyonlarca servet kaynadı gitti. Şimdi Almanlar için ne lazım geliyordu? Ne yapacaklardı? Şüphesiz bütün dünyanın bütün dünyadaki milletlerin, kendilerine harb ilan ettikleri bir zamanda böyle yegâne müttefikleri olan bizleri sinelerine basacaklar, bütün gazeteleriyle, bütün­ kitaplarıyla, bütün edipleriyle, bütün yazarlarıyla bizi alkış, teşekkür tufanları içinde boğacaklardı. Heyhat bu 1. Dünya Savaşının ilk senesinde ben mühim bir vazife ile Berlin’e gitmiştim. O aralık Alman hükümeti bize dedi ki: 
– Bizim millet meclisindeki, bilhassa Katolik mebuslar kıyamet koparıyorlar: Almanlar gibi medeni, fende ileri bir millet nasıl oluyor da Müslümanlar gibi, Türkler gibi vahşilerle ittifak ediyorlar? Bu, bizim için zül değil midir? Diyorlar. Aman, makaleler yazınız, eserler yazınız, biz, onları Almancaya tercüme ettirelim. Ta ki, Müslümanlığın da bir din, Müslümanların da insan olduğu bunların nazarında belli olsun.
Almanya hükümeti haklıydı. Çünkü Alman milleti nazarında Müslümanlık, vahşetten, Müslümanlarsa vahşilerden başka bir şey değildi. Onların gazetecileri, romancıları, hele müsteşrik (şarkiyatçı) denilip de doğu lisanlarına, doğu ilim ve fennine, doğu ahlak ve âdetine vakıf geçinen adamları, mensup oldukları milletin fikirlerini asırlardan beri bizim aleyhimize o kadar müthiş bir surette zehirlemişlerdi ki, arada bir anlaşma, bir barışma husulüne imkân yoktu. Biz, o sırada kendimizi onlara tanıtmak için tabii elden geldiği kadar çalıştık. Lakin tamamıyla başarılı olduğumuzu asla iddia edemem. Heriflerin taassubu ya­man! Kökleşmiş bir takım kanaatler, hakkı görmelerine mani oluyor.
Harb esnasında bilirsiniz ki, Almanya imparatoru İstanbul’a gelmişti. Biz, gönülleri temiz Müslümanlar, İslam Halifesinin müttefiki sıfatıyla o misafire karşı nasıl hürmette, nasıl ikramda bulunacağımızı şaşırdık. Bu şaşkınlıkta o kadar ileri gittik ki, hükümet merkezinin, yani İstanbul’un minarelerini kandil gecesiymiş gibi kandillerle donattık. Alman dostluk yurdu binası kurulacak denildi, bol keseden bir kaç camimizi heriflere peşkeş çektik. Ha! Gelelim bizim bu gibi fedakârlıklarımıza karşı gördüğümüz karşılığa. Kudüs-i Şerifi bizim elimizden gasb ettikleri zaman bu felaket 1. Dünya Savaşı üzerine büyük bir tesir yapmıştı. Yani Filistin cephesinin bozulması sa­vaş terazisini düşmanlarımızın tarafına iyice ağdırmıştı. Bununla beraber müttefikimiz olan Almanlarla yine Alman’dan başka bir şey olmayan Avusturyalıların bu işten bizim kadar müteessir olmaları icap ederdi. 
Ey cemaati Müslimin!
İşe bakın ki, "Kudüs velev ki İngilizlerin eline geçmiş olsun, velev ki bu memleketin düşman eline geçmesi, bu cephenin bozulması yüzünden savaş, bizim hesabımıza kaybolsun, tek Müslümanların elinde, Türklerin elinde kalmasın da, hasmımız da olsa dindaşımız olan İngilizlerin eline geçsin" diyerek Viyanalılar şehir ayini yaptılar. Evlerini donattılar. Bu maskaralığı engelleyip yakılan elektrik fenerlerini söndürünceye kadar Avusturya hükümetinin göbeği çatladı. Artık taas­subun hangi tarafta, hürriyetin, müsamahakârlığın hangi tarafta olduğunu bu misallerle de anlamazsanız kıyamete kadar anlayacağınız yoktur. 
Avrupalıları, Amerikalıları dinsiz derler. Size bir hakikat daha söyleyeyim mi? Dünyada din ile en az mukayyet olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün cuma olduğu halde, Kastamonu‘nun en şerefli bir camisinde görüyorsunuz ya kaç saflık cemaat bulunuyor!
Dünyanın en mamur, en ilerlemiş, en yeni memleketi olan Berlin’de pazar günü, büyük kiliseler hıncahınç doludur. Hem kiliseleri dolduran cemaati halktan ibaret zannetmeyin. Bütün kibarlar, zenginler, milletin münevver dediğimiz tabakasına mensup adamlar, temiz temiz giyinmiş. Halk bu cemaati teşkil eder. İngiltere’ye gidiniz. Şayet cu­martesi gününden etinizi, ekmeğinizi tedarik etmezseniz pazar günü aç kalırsınız. Çünkü kıyamet kopsa, dini bir gün olan pazar günlerinde hiç bir dükkânı açtıramazsınız. İngilizler duasız sofraya oturmazlar, duasız sofradan kalkmazlar.
Rumeli zenginlerinden bir adam tanırım ki, ziraat tahsili için yetişmiş bir oğlunu Amerika’ya göndermişti. Çocuğun kendi ağzından işittim. Diyordu ki:
— Memleketin acemisiyim. Lisanlarını layıkıyla bilmiyorum. Newyork’ta bir otelde bulunuyordum. Gece canım sıkıldı. Oturduğum odada bir piyano vardı. Azıcık şunu tıngırdatayım dedim. Sazın perdeleri üzerinde parmaklarımı hafifçe gezdiriyordum. Aradan iki-üç dakika henüz geçmemişti ki, odanın kapısına yumruklar inmeye başladı. N e oluyoruz diye kapıyı açtım. Bir de baktım ki, otelcinin karısı hiddetinden ateş kesilmiş, bana alabildiğine sövüyordu. Karı, benim ne barbarlığımı, ne saygısızlığımı, ne ahlaksızlığımı, kısacası hiç tutar bir yerimi bırakmadı. Meğer o gece Hıristiyanların ulularından, yani velilerinden birisinin gecesiymiş. O geceyi, o veliye hür­meten ibadetle geçirmek icap edermiş! Piyano çalmak, Allah saklasın küfür derecesinde günahmış!
Arttık karıya memleketin acemisi olduğumu, bu hatanın benden, kastım olmaksızın meydana geldiğini, anlatıncaya kadar akla karayı seçtim.
Ey cemaati Müslimin!
Bizim diyarda cuma namazı kılınırken tavla şakırtıları; sarhoş naraları duyulduğu nadir vak’alardan değildir, zannederim.
Görüyorsunuz, herifler dinlerine nasıl sarılmışlar; dine bağlılık meselesinde ne kadar ileri gitmişler! Bu da sebepsiz değil. Çünkü onların doğar doğmaz beşikte, biraz büyüyünce eşikte dini, milli telkinat ile kulakları do­lar. Müslümanlara karşı husumet, düşmanlık hisleri her fırsattan faydalanılarak, kendilerine verilir. Kendi cinslerinden, kendi dinlerinden, kendi renklerinden olmayan insan yaratıklarının insan sayılamayacağı, bunların kafalarına iyice yerleştirilir. O sebepten bir Avrupalının, bir Amerikalının bir Doğuluyu hele, bir müslümanı sevmesine imkân yoktur. Ressamları meydana getirdikleri türlü türlü resimlerle, şairleri şiirlerle, hikâyecileri gayet maharetle yazılmış romanlarla, siyasileri gazetelerle hep onların, bu hislerini canlandırır dururlar.
Anlıyorsunuz ya, biz nasıl yetişiyoruz, onlar nasıl yetiştiriliyor. Lakin bu heriflere karşı olan düşmanlığımızı hiç bir vakit onların ilimlerine, fenlerine, sanatlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara yetişemezsek yaşamamıza; bize Allah’ın emaneti olan İslam Dinini yaşatmamıza imkân yoktur. Biz Müslümanlar, bin tarihinden itibaren çalışmayı bıraktık. Gevşekliğe, eğlenceye, ahlaksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar; alabildiğine terakki ettiler. Görüyorsunuz ki, denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Göklerde ordular dolaştırıyorlar. Mademki dinin müdafaası farzı ayindir. Mademki, edayı farzın mütevakkıf olduğu esbabı elde etmek farzdır. O halde düşmanlarımızın kuvvet namına neleri varsa, hepsini elde etmek için çalışmak Müslüman fertlerinin her birine farzı ayindir. Ne hacet!
"Düşmanlara karşı ne kadar kuvvet tedarik etmeye, ha­zırlamaya muktedirseniz derhal hazırlayınız" (Enfal Suresi 60)
Emr-i İlahisi sarihtir. Şüpheye, tereddüde, düşünmeye taşınmaya mahal yoktur. O halde ne yapacağız?  Aramıza sokulan fitneleri, fesatları, bölücülükleri, komitacılıkları, daha bin türlü ayrılık, gayrilik sebeplerini ebediyen çiğneyerek el ele, baş başa vereceğiz. Hep birden çalışacağız. Çünkü bugün dünyanın, dünyadaki hayatın tarzı büsbütün değişmiş. Yalnız başına çalışmakla bir şey yapamazsınız. Toplar, tüfekler, zırhlılar, trenler, limanlar, yollar, uçaklar, vapurlar. Kısacası düşmanları bize üstün çıkaran, yarım milyar Müslümanın bir kaç milyon firenke esir olmasını temin eden sebep ve vasıta ancak cemiyetler, şirketler tara­fından meydana getirilebilir. Demek Müslümanlar, Allah’ın, Kitabullah’ın, Resulullah’ın emrettiği, tavsiye ettiği vahdete, birliğe; cemaate sarılmadıkça ahi retlerini olduğu gibi dünyalarını da kurtaramazlar. Her şeyden evvel vahdet, cemaat, yardımlaşma. Bir kere bunu elde edelim. Alt tarafı Allah’ın inayetiyle kolaylaşır. Bununla beraber icabında Avrupalılarla birleşebiliriz. Ancak bu birleşmek bize, hiç bir vakit onların ezeli ve ebedi düşmanımız olduğunu; her fırsattan faydalanarak bizi mahvetmek en başlı emelleri bulunduğunu unutturmamalıdır. Yani va­tanımızın, dinimizin menfaati, ticaretimizin, servetimizin, refahımızın terakkisi namına icap ederse, mümkün olursa karşılıklı müşterek menfaatler üzerine bunlarla çekişe çekişe pazarlık ederek birleşiriz. Ancak bu pazarlıklarda son derece açık gözlü bulunmamız lazım gelir 
Biz Müslümanlar ise maalesef gerek içimizdeki, gerek dışımızdaki yabancıların sözüne kanıyoruz da birbirimize itimat etmiyoruz. Onlardan giydiğimiz külahı kendi dindaşlarımıza, kendi kardeşlerimize giydirmek için uğraşıyoruz. Cenabı Hakk,  ”Mü’minler birbirlerinin kardeşinden başka bir şey değildir" buyuruyorken, yazıklar olsun ki biz, o kardeşlikten çok uzakta bulunuyoruz. Ancak ayda, âlemde bir kere camiye, geliyoruz. Allah’ın huzurunda birleşiyoruz. Fakat namazı bitirip pabuçlarımızı koltuklayarak dışarı fırlayınca birbirimize karşı derhal ya hasım yahut hiç olmazsa bigane kesiliyoruz. Ayet-i Kerime var, birçok hadis-i şerif var ki, Müslüman fertlerinden biri, diğer dindaşlarını kendi öz kardeşi bilmedikçe, onların sevinci ile sevinmedikçe, musibetiyle, matemiyle mahzun olmadıkça tam Müslüman olamaz. İmanın kemali, cemaati müslimine sımsıkı sarılmakla kaimdir. “Müslümanların derdini kendine dert etmeyen Müslüman değildir." buyuran Resul-i Hakîm Sallallahü Aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri, diğer bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki, "dünyanın öbür ucundaki bir Müslümanın ayağına bir diken batacak olsa ben, onun acısını kendimde duyarım. Bütün Müslümanlar bir araya gelerek tek bir vücudu meydana getiren muhtelif uzuvlara benzerler. İnsanın bir uzvuna bir hastalık, bir acı isabet etse, diğer uzuvların hepsi o, hasta uzvun elemine ortak oldukları gibi, bir Müslüman da diğer dindaşlarının acısına, musibetine, matemine kabil değil bigane kalamaz. Kalabiliyorsa demek ki Müslüman değil. 
"Bir mü’minin diğer mü’mine karşı vaziyeti yekpare bir duvarı vücuda getiren perçinlenmiş kayaların birbirine karşı aldığı vaziyet gibidir, öyle olacaktır, öyle olmalıdır" hadis-i şerifini elbette işitmişsinizdir. Sahabe-i Kiram Rıdvanullah-i Aleyhim Ecmain Hazretleri arasındaki vahdet, yardımlaşma cümlenizin malumudur. Bu din uluları, Allah’ın en sevgili kulları, Allah’ın huzuruna cemaatle durdukları zaman saflar adeta bilinen deyimle söyleyelim sabun kalıbı halini alırdı. Birbirleriyle ok adar yapışma hâsıl ederlerdi ki, üzerindeki elbiseler daima omuz başlarından eskirdi. O muazzam saflar tek parça bir sıradağ gibi kıyam eder, öyle rükûa varır, öyle secdeye kapanırdı. Vahdetin namazdaki bu tezahürü namaz haricinde de böylece devam eder giderdi. O sayededir ki, İslam, Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin peygamberliğinden itibaren yirmi, otuz sene zarfında dünyayı kuşatmıştı. 
Hadis kitaplarını, siyer kitaplarını, İslam tarihinin sayfalarını gözden geçirince Ashab-ı Kiram arasındaki birliğe hayran olmamak elden gelmiyor.
İlahi vasıfla tasvir buyurulan o kahraman fıtratlar hakikat birbirleri hakkında ne kadar merhametkar, ne derecede rikkatli idiler. Düşmanlarına karşı ise nasıl şedid idiler. 
Mü’minlere karşı hoş davranışlı, mütevazı, halim, selim, şefik, bağışlayıcı; kâfirlere karşı ise vakur, metin, mekin, şedid olmak islamın özelliklerindendir. Yazıklar olsun; biz bu özelliklerden, .bu meziyetlerden, bu büyüklüklerden mahrum olduk. Dinimizden olmayanlara karşı yapmadığımız dalkavukluk, göstermediğimiz nezaket kalmıyor. Birbirimizi ise bir kaşık suda boğmak istiyoruz. Cesaretimiz, kabadayılığımız, kesiciliğimiz hep kendi aramızda.
"Kendi kendilerine karşı oldu mu hücumları dehşetlidir. Görünürlerdeki hallerine baksan toplu bir cemaat zannedersin. Hâlbuki hepsinin yüreği başka başka hislerle çarpıyor" Mealindeki Ayet-i Celile ki münafıklar vasfındadır, bugün tamamıyla bizim halimizi gösterir oldu. Bundan ne kadar sıkılmamız icap eder, artık onu siz takdir ediniz. 
Ey cemaati müslimin!
Kur’an-ı Kerim okurken birçok yerlerinde "sünnet" sözlerine tesadüf edersiniz. Evet. Mesela: Mü’min süresi, 85. ayet,  Ahzab süresi,62. ayet.  Fatır süresi, 43. ayet gibi daha birçok Ayet-i Kerime de hep bu sünnet kelimelerini okursunuz. İlahi kitaptaki sünnet, Resulullahın sünneti değildir. Peygamberimizin sünneti cümlemizin malumu. Kur’an’ın sünneti ise Cenabı Hakk’ın ezeli ve ebedi olan kanunu demektir. Evet, Allahu ZüIcelal’ın bu âlem hakkında koyduğu birçok kanunları var: Cansızlarda, bitkilerde, hayvanlarda, yıldızlarda, aylarda, güneşlerde, dağlarda, denizlerde, yerlerde, göklerde; kısacası bizim bildiğimiz, bilmediğimiz ne kadar yaratık varsa bunların hepsinde ayrı ayrı kanunlar caridir. Bu kanunlar Allah tarafından konduğu için, insanların yaptıkları kanunlar gibi ömürsüz değildir. Ta ezelde, Allah’ın dilemesi ile yaratılan bu hükümlerin, bu ahkâmın, bu kanunların hiç bir maddesi, hatta hiç bir kelimesi, hiç bir noktası değişmez. Bunun böyle olduğunu Kitabullah’ta bize açıkça bildiriyor. 
Şimdi diğer yaratıklarda, diğer âlemlerde hâkim olan Allah’ın kanunlarına, yani Cenabı Hakkın ezeli ve ebedi kanunlarını bir tarafa bırakalım da yalnız insan kümeleri, beşer yığınları demek olan milletler, ümmetler üzerinde hükmünü süren İlahi Kanununu tetkik edelim: Evet, milletlerde cari olan bir kanunun mahiyetini biz Müslümanlar, doğrudan doğruya, Cenabı Hak’tan yani O’nun, bize gönderdiği Kitab-ı Hakiminden öğreniyoruz: İslam ümmetinin dünyada, ahirette felahını, kurtuluşunu, saadetini, refahını, servetini sağlayan ilahi emirler yok mu, işte onların her biri Allah’ın bir sünneti yani bir kanunudur. 
“Ayrılık, gayrilik hislerinde uzak olunuz.” (Ali İmran Suresi,103)
"Ey Müslümanlar! Birbirinize girmeyiniz. Sonra kalblerinize meskenet, korkaklık, acz, bezginlik çöker de devletiniz, saltanatınız, şevketiniz, kudretiniz, kuvvetiniz hepsi elinizden gider. Sebattan, azimden kat’iyyen ayrılmayınız."  (Enfal suresi,46.ayet)
İşte bunlar gibi ‘birçok öğütler, ‘birçok emirler vaki, milleti yaşatmak, dini yaşatmak istersen bunların gereğine uygun hareket etmekliğimiz zaruridir. Demek, milletlerin hayatı, geleceği, istiklali, mahkûmiyetten selameti için aralarında vahdet hüküm sürmesi lüzumu bir ilahi kanunmuş! 
Ey cemaati müslimin!
Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki bağlar çözülerek, herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın "kale içinden alınır" sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar şaşmaz bir düstur yoktur. İslam Tarihini şöyle bir gözümüzden geçirecek olursak güneyde, doğuda, kuzeyde, batıda yetişen ne ka­dar Müslüman hükümetleri varsa hepsinin tefrika yüzünden, aralarında çıkan fitneler, fesatlar, nifaklar, geçimsizlikler yüzünden istiklallerine veda ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Endülüslüler, Gazneliler, Moğollar, Selçuklular, Mağribiler, İraniler, Faslılar, Tunuslular, Cezayirliler… Hep bu ayrılık, gayrilik hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler. Biz Osmanlı Müslümanları, dünyanın üç büyük kıt’asına hâkimdik. Koca Akdeniz, koca Karadeniz, hükmümüz altında bulunan koca koca memleketlerin ortasında birer göl gibi kalmıştır. Ordularımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hind denizlerinde yüzerdi. Müslümanlık bağı, ırkı, iklimi, lisanı, adetleri, ahlakı, büsbütün başka olan birçok kavimleri birbirine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak İslavlığını, Arnavut Latinliğini, Pomak Bulgarlığını… Kısacası her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak Müslüman halifesinin etrafında toplanmış, Kelimetullahı yükseltmek için canını, kanını, bütün varını güle güle, koşa koşa feda etmişti. 
Fakat sonraları aramıza Avrupalılar, tarafından türlü türlü şekiller, türlü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesat tohumları bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeye, dallanmaya, budaklanmaya başladı. O, demin söylediğim bağ gevşedi. Artık eski kuvveti, eski tesiri kalmadı. Kalemizin içinden sarsılmaya yüz tuttuğunu gören düşmanlar, kendi aralarında birleşerek; yani biz Müslümanların memur olduğumuz vahdeti, onlar vücuda getirerek, birer hücumda yurdumuzun birer büyük parçasını elimizden alı alıverdiler. Bugün bizi, Asya’nın bir ufak parçasında bile yaşayamayacak hale getirdiler.
 Size bir vak’a anlatayım: Mısr-ı ülyada dolaşıyordum. Orada aklı başında bir Müslümanla görüştüm. Konumuz İngiliz siyasetine intikal etti. Dedim ki: 
 — Şaşıyorum onbeş milyonluk koca Mısır’da, İngiliz askeri olarak pek az kuvvet gördüm. Nasıl oluyor da bu kadarcık bir ülke muhafaza edilebiliyor?  Bu sual üzerine o kişi dedi ki:
— İngiliz ricalinden biri ile samimi görüşürdük. Sizin aklınıza geleni ben de düşünmüş de herife demiştim ki:
—Günün, yahut senenin birinde Osmanlı hükümeti, kırk-elli bin kişilik bir ordu tertip ederek Mısır’a sevk edecek olursa, siz İngilizler ne yaparsınız?
— Hiç bir şey yapmayız. Savunma imkânı, olmadığı için Mısırlarını kendilerine teslim eder çıkarız. Yalnız şurasını iyi biliniz ki, biz İngilizler hiç bir zaman Osmanlıların Mısır’a kırk bin kişi değil, kırk kişi sevk edebilecek derecede yakalarını, paçalarını toplamalarına meydan bı­rakmayız. Memleketlerinde bitmez, tükenmez mes’eleler çıkarırız. Onlar, birbirleriyle uğraşmaktan göz açamazlar ki, bir kere olsun Mısır’a ‘dönüp bakmaya vakit bulabilsinler. 
Ey cemaati müslimin!
Gözünüzü açınız; ibret alınız. Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliklerimizi kurutan iç mes’eleler yok mu: Havran mes’elesi, Yemen mes’elesi, Şam mes’elesi, Kürdistan mes’elesi, Arnavutluk mes’elesi. 
Bunların hepsi düşman parmağı ile çıkarılmış meselelerdir. Onlar öyle olduğu gibi bu günkü Adapazarı, Düzce, Yozgat, Bozkır, Biga, Gönen, Konya isyanları da hep o mel’un düşmanın işidir. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir. Allah rızası için olsun aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi. Allah saklasın biz, öyle bir akıbete mahkûm olursak başımızı sokacak bir delik bulamayız.
Zaten düşmanlarımızın tertip ettikleri barış şartları bizim için dünya yüzünde hayat hakkı, hayat imkânı bırakmıyor. Bu sefer Anadolu’nun bir hayli kısmını yeniden dolaştım; halkın fikrini yokladım. Baktım ki, zavallıların bir şeyden haberleri yok. Gerçi daha çok aydın geçinen takım hu şartların pek ağır olduğunu biliyor. Lakin ilimIeri son derece az. Halk ise hiçbir şeyden haberdar değil. Zannediyorlar ki, memleketin kenarları, yani Hicaz gibi, Bağdat gibi bir, iki yer elimizden çıkmakla iş olup bitecek; Rumeli, İstanbul, Anadolu, Suriye yine bizde kalacak. Artık çiftçi çiftiyle, çubuğuyla; esnaf sanatıyla, dükkânıyla; ulema medresesiyle, mektebiyle; tüccar alışıyla, verişiyle meşgul olacak… 
Heyhat! Düşmanlarımız, bizi ne hale getirmek için geceli-gündüzlü çalışıyorlar. Biz ise hala ne gibi hayallerle kendimizi avutuyoruz! Allah rızası için olsun şu andlaşmanın bizim hakkımızdaki maddelerini okuyunuz. 0kumak bilmiyorsanız birisine okutunuz da dinleyiniz. Allah korusun, onu kabul ettiğimiz gün acaba nemiz kalıyor? Bir kere Rumeli’nde hiç bir alakamız kalmıyor. Çatalca istihkâmları da dâhil olduğu halde denizin öbür yakasındaki memleketler kâmilen gidiyor. Halifemiz İstanbul’dan çıkarılmıyor. Lakin kendisine yalnız -tıpkı Roma’ daki Papa gibi – yedi yüz asker bulundurmak hakkı veriliyor. Gerçi Müslümanlar İstanbul’dan bu sefer kovulmuyor. Çünkü İngilizler Hind Müslümanlarının galeyanından çekiniyor. Bununla beraber Yunanlılar Çatalca İstihkâmlarına sahip olacakları için tabiidir ki, Çekmece civarına istedikleri kadar asker yığarlar. Avrupa ahvalinde bir karışıklık zuhur ettiği gibi İstanbul’u alıverirler.
O zaman İngilizler Hindlilere:
—Ben halifenizin memleketini sizin hatırınıza hürmeten kendisine bırakmıştım. .Ama ne yapayım, koruyamadı. Yunanlılar da istila etti! Der. Şimdi bir sual varit olacak:
—Neden İngilizler İstanbul’u doğrudan doğruya kendisine almasın da Yunanlılara versin? İngilizlerin bu kadar büyümesi müttefiklerinin işine gelmiyor. Bundan dolayı payitahtımızı da alacak olursa araları büsbütün açılacak. Ancak hem Rumeli’yi, hem Aydın Vilayetini elinde tutabilmek için Yunanlılar kuvvetli bir donanmaya muhtaçtır. Bunu ise çaresiz, İngiliz’den tedarik edecek. Anlaşıldı ya İstanbul’un Yunan elinde bu­lunması demek, daima donanmasına muhtaç olduğu İngilizlerin elinde bulunması demektir. Rumeli’nin, İstanbul’un, Aydın Vilayetinin Yunanlılar elinde bulunması ne demektir biliyor musunuz? Oralarda tek bir Müslüman kalmaması demektir. Vaktiyle eski Yunanistan ile Mora’daki halkın yarısı Rum ise, yarısı da Müslümandı. Bugün o havalide tek bir dindaşımız kalmamıştır. Bu uzlaşma gereğince verilecek memleketlerde de bir müddet sonra aynı hal zuhura gelecektir. Evet, Müslüman ahali katliam ile korkutularak hicrete mecbur edilecektir. 
Bu andlaşmanın takip ettiği maksat şudur: İngilizler, bizden mümkün olduğu kadar fazla adam öldürtmek, kendisinden son derece az insan harcatmak istiyor. O sebepten, bir taraftan Rum, Ermeni çeteleri teşkil edecek; bunlara para, silah dağıtarak Türkler arasında katliam yaptıracak. Diğer taraftan da Müslümanlar, Türkler arasından para ile yahut kandırarak a

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!