Meşrutiyet’in ilanını, Türkler, “Bundan böyle gâvura gâvur denilmeyecek!” şeklinde yorumlamıştı. Bu
bir tavrın ifadesiydi. Biz ki sözünü eğip bükmeyi bilmeyen bir milletiz. Dün böyleydi, bugün de böyle.
Bu alışkanlığımızdan da kim ne derse desin vazgeçmeyiz. Doğru bildiğimizi söyleriz. Yok
ötekileştiriyormuşuz, yok ayırımcılık yapıyormuşuz, yok bilmem ne. Bir kere “ötekileştirme” bizim
kavramımız değil. Hiçbir komşusuna yan gözle bakmayan, yetmiş iki milleti kendisinden farklı
görmeyen bir milletiz. İstesek de kimseyi ötekileştiremeyiz. Batılı, herkesi kendisi gibi sandığı için, bizi
bu ve benzeri kavramlarla düşündürmeye, bu kavramları içimizdeki beynini kiraya verenler eliyle
yerleştirmeye çalışıyor. AB başta olmak üzere dışımızdaki dayatmacılar ya da içimizdeki kuklaları
istediği kadar yırtınsın, bildiğimizi okur; gâvura gâvur deriz. Hemen belirtelim; burada sözü edilen
gâvurluk, Hıristiyanlık değil, ekmeğini yediği ülkeye ihanet içinde olmaktır. Yoksa bizim kimsenin
diniyle işimiz olmaz; herkesin dini kendisine.
Geçenlerde Gürkan Hacır, Yılmaz Güney’in ölüm yıldönümü dolayısıyla yapılan toplantıdan söz etti.
“Yıldönümü bir anda linç günü oluverdi. Sinemacı ve yazarlığı bir yana bırakıldı… Cinayet işlemesi…
Kadın dövmesi… Ayrılıkçılığı ortalığa saçıldı. ‘Böyle bir adama saygı mı duyulur’ dendi?” diyerek
dikkatimizi meselenin bir başka yönüne çekti ve bazı sorular sordu. “Yılmaz Güney’i uluslararası bir
sinema adamı yapan şey neydi? Film dili mi? Çekimlerindeki estetik mi? Yoksa ödülleri mi? Cannes
başta olmak üzere Venedik’ten, Berlin’den yağan ödül yağmurları olmasın… Sahi bize verilen ödüllerin
bir ortak paydası olmasın?” Hacır, “Ödül!” Başlıklı yazısına şöyle devam ediyor:
“Susuz Yaz… Ödüllü ilk filmimiz… Metin Erksan yönetti, Hülya Koçyiğit’le Erol Taş oynadılar. Bir
Anadolu köyündeki acımasız feodal bir mücadeleyi anlatır. Ama… Aynı zamanda… Kardeşinin karısına
göz koyan bir adamın hikâyesidir. Yani… Ensest ilişki anlatılır. Köydeki su için birbirini boğazlayan
köylüler ve yengesine göz koyan bir vandal… Filme ödül yağdı… Berlin’den gelen Altın Ayı sinema
tarihimizin ilk ödülü oldu. / Nuri Bilge Ceylan Sineması genelde kasaba filmlerinden oluşur. “3
Maymun…” “Kış Uykusu” Mesela… “Bir Zamanlar Anadolu…” Kasabadaki cinayet hikâyesinin peşinden
gider. Ama… Filmi yabancı dublajla izleyin. Pekala bir Afganistan yapımı sanabilirsiniz. Nuri Bilge
Ceylan filmlerinde oryantalist havayı teneffüs edersiniz. / Fatih Akın’ın “Duvara Karşı”sı… Aynı
tondadır… / Özcan Alper’in Sonbahar’ı… Cezaevinden tahliye olan politik bir mahkûmun günleri konu
edilir. / “İki dil bir bavul” Ödüle doymadı… Güneydoğuya giden ve Kürt çocuklarla Türkçe
anlaşamayan bir öğretmenin hikâyesini anlatır… / Rezan Yeşilbaş’ın ‘Sessiz”i… Cannes’da en iyi kısa
film ödülünü aldı. Konu Diyarbakır Cezaevi’nde geçer… / “Küf…” Yönetmen Ali Aydın… Gözaltında
kaybedilen oğlunu arayan babanın mücadelesi. Venedik… Selanik… Frankfurt festivallerinden ödülle
döndü… / “Takva…” Bir tarikat mensubunun başından geçenler… Berlin… Toronto… Saraybosna’da…
Ödüle boğuldu. / Yılmaz Güney filmlerine girmiyorum. Çünkü zaten politik sinema yapıyordu. Mesaj
kaygılı filmlerdi. Ama… “Yol…” “Sürü…” “Umut…” “Duvar…” Hepsinde… Tüm tiplemeler kötücül ve
karanlıktır. Dahası… Türkiye’nin baskıcı bir dönemini ve karanlık yüzünü anlatır… / İyi de hiç mi şehirli
insanımızın hikâyesi yok… Kentli insanın derdi tasası film olamaz mı? Veya bir başarı hikâyesi… Ne
bileyim bir aşk hikayemiz mesela… Şöyle sırılsıklam bir aşk hikâyemiz yok mu film olacak? Ödüllük bir
aşk filmimiz neden olmaz? Sonra… Tarihimizden bir kesit… Çanakkale yahu Çanakkale… Orada
duruyor… Kurtuluş Savaşı… Balkan Savaşı… Tek bir siperden onlarca dram çıkan büyük
kahramanlıklar… Ödüller neden kapalıdır bizim kahramanlık hikâyelerimize… / Orhan Pamuk…
Satılan ama okunmayan kitapların yazarı Orhan Pamuk… Uzun yıllar bekledi bekledi… Ne zaman ki,
“Türkler 1.500.000 Ermeni’yi soykırıma uğrattı” dedi… Ertesi yıl Nobel paket servis yapıldı. / Yukarıda
saydığım isimlerden bazıları arkadaşım. Kırmak istemem. Ayrıca yönetmenliğini beğendiklerim de
var… Ama… Uzun lafın kısası… Oryantalizmin dibine vurmadan… Veya… Türkiye’yi hırpalamadan… Ne
yazık ki bize ödül yok… / Yılmaz Güney sinemasını bir de bu gözle inceleyin derim…”
Biliyorsunuz son zamanlarda sözünü eğip bükenler çoğaldı. Gürkan Hacır’ın yazısı bana ülkemizde
gâvura gâvur denilmeye devam edildiğinin bir göstergesi gibi geldi. Kutluyorum. Ne yazık ki hainimiz
de Közkamanımız da çok. Gözden kaçan daha nice anlı şanlı ödüller, Avrupa Sinema fonlarından
beslenen nice filmler var ki Türkiye’yi hırpalamaya devam ediyor. Onların da foyalarını ortaya
çıkarmak gerek.