Sayın Bakan. Son derece önemli bir mesai yürüttüğünüzün farkındayım ama size müracaat etmek lüzumunu duydum. Şahsi sebepler yüzünden başvurduğumu sanmayınız. Öleceğimi bilsem böyle bir zamanda sizi asla rahatsız etmezdim. Hayır, konu tamamen milletimizle ilgili hayati bir meseledir. “Acelesi ne idi?” diye soracaksınız; Türkiye’de Korona Salgını mücadelesinde ikinci adıma geçiyormuşsunuz. Bu döneme girilirken attığınız yanlış bir adım hakkında sizi uyarmayı kendime borç bildim. Mücadelenin bu ikinci adımında daha önce yaptığınız ve yeniden yapmaya teşebbüs ettiğiniz yanlışların da düzeltilme imkânı mevcuttur. Bugünden başlayarak yanlışlar istenirse düzeltilebilir. Daha az kayıpla bu salgını atlatabiliriz. Umarım dilekcemi mazur görürsünüz.
Sizi şahsen tanımam. Adınızı da şu Korona Salgını çıkana kadar bilmezdim. Pek tabiidir ki televizyonlarda ve basında boy gösteriyormuşsunuzdur ama ayıptır söylemesi ben biraz siyaset ve televizyon özürlüsüyüm. Sürekli ortalarda boy gösterenler yüzünden olsa gerek, haberleri seyretmiyordum. O yüzden şahsınızı tanıma fırsatı bulamamış olabilirim. Arkadaşlarım Raşit ve Ahmet’le (kendileri benim öğretmen lisesi ve fakülteden kırk yıllık arkadaşlarımdır) gençlik yıllarımızın bir kısmının geçtiği Konservatuar’dan Dörtyol’a, oradan Hamamönü’ne doğru yürürken bir kalabalığa rastlamıştık. Boş bildiğimiz Zekai Tahir Doğumevi’nin önünde canlı yayın yapan haberciler vardı. Sorduk, bir uçak dolusu salgın ihtimali olan kişi buraya getirilmiş, karantinaya alınmışmış. ‘Mecburen’ habercilerin önlerinden geçtik. Belki bizi de göstermişlerdir diye haberlere bakınırken sizi tanıma fırsatı bulmuş oldum. O tarihten beri eğer sizden önce başkaları ekranlara kurulmamışsa şahsınızı takip ediyorum. Zor bir görev yapıyorsunuz, başarılı olduğunuz da söyleniyor; Allah yardımcınız olsun.
Aslında size bu dilekçeyi Korona Salgını’nıyla ilgili olarak ekranlara çıkmaya başladığınız günlerde yazmam gerekirdi. Hatadan dönersiniz diye bekledim. O günlerde attığınız yanlış adımın ne kadar vahim sonuçlar doğuracağını size mutlaka bildirmeli idim. Malumunuz, gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklerseniz bütün düğmeleri yeniden iliklemeniz gerekir. Bunu gördüm, kendi sanal ağlarımda bunu söyledim ama çok az kişi duydu.
Korona Salgınıyla ilgili bir bilim kurulu topladığınızı ve “Salgın”ın adını “Pandemi”, ilave olarak solunum cihazına bağlı yoğun bakım hastaları da “entübe hasta” olarak duyurduğunuzu, “fizikî mesafe”yi “sosyal mesafe” olarak adlandırdığınızı duyar duymaz bu çok önemli hadisede birden fazla yanlış ve ölümcül adım attığınızı görmüştüm ama ne çare. Benim gibi bir sürü insan ve tabii dilci uzmanlar da nasıl olsa sizi uyarırlar ve bu hatalardan kurtulursunuz diye bekledim. Şimdi Korona mücadelesinde geçtiğiniz ikinci safhaya “Kontrollü Sosyal Hayat” adını vererek, attığınız bu ölümcül adıma bir yenisini daha ekliyorsunuz. Buna bir son vermelisiniz. Çünkü zararın neresinden dönülse kârdır.
Ayşen Gruda’yı hatırlarsınız. TRT tek kanal iken, bir gece gülünçlük olsun diye ağzından “Herhalde yani!” yerine “Herıld yani!” sözleri çıkıverdi. Ertesi günü bütün Türkiye “Herıld” diyordu. Yine yakınlarda her devirde görülen Efruz Bey’in biri bir konuşmasının arasında “performans” diye bir kelime kullandı. O kelime Türkçemizdeki yüzlerce kelimeyi silip süpürdü. Sadece sözümüzün değil anlamlarımızın da kaybına yol açtı. Sanattan spora kadar birçok alandaki kullanımı iğrenç bir hal aldı. Şimdi yatak odasındaki yakınlığa da performans dendiğini duyuyoruz.
Efendim arz edeyim. Siz şu anda seksen küsür milyon Türk vatandaşını dünya çapında bir salgından korumak, en az zayiatla bu felaketten Türkiye’yi kurtarmak istiyorsunuz. Bunu yaparken de halkımızı bilgilendiren açıklamalar yapıyorsunuz. Bu açıklamalarda geçen yabancı kelimeler, belki doktor olmanızdan gelen ve mesleki bir alışkanlıkla kullandığınız kelimeler. Ancak sizin ağzınızın içine bakan yüzlerce basın organı, hadiseleri sizin kullandığınız bu kelimelerle izah edip açıklıyor, bu kelimelerle yorum yapıyorlar. Böylece Türkçemizde var olmayan kelimeler, dilimizde karşılıkları olduğu halde çok kısa bir süre içinde yerleşiveriyor. Hem de dilimizde aynı anlamda var olan ve kullanılan kelimeleri de silip süpürerek! Bu durum, salgında kaybettiğimiz insanların rakamı gibi bir şey değildir. Ondan çok daha vahim bir durumdur. Salgında ölenler canımızdır, hepsine Allah’tan rahmet diliyorum, geri gelmez ama hiç olmazsa yeni doğumlarla filan avunuruz. Tek bir vatandaşımızın bile kaybı çok önemli bir kayıptır. İzin verirseniz, 300 milyon yılın 2-3 senesinde, 85 milyon Türk’ten 3-4 bininin vefat etmesini, 10 bin yılda oluşan 500 bin Türkçe kelimenin 5-10 tanesini kaybetmeyle birlikte düşünelim. Üstelik her kaybedilen Türkçe söz arkasından hızla başka sözleri de kaybolmaya sürüklemektedir. 10 yılda 15 milyon genci yetiştirebilirsiniz, kayıplarınızın yerine koyarsınız ama dikkat etmez; var olan sözlerinizi süratle kaybeder ve emek vermez; gelmiş ve gelecek olanlara kendi bağrımızdan ilmi ve ahenkli karşılıklar bulmaz iseniz dilinizi ve ona bağlı olarak da bağımsızlığınızı çok çabuk kaybedersiniz. Bu mektubun elinize ulaşıp ulaşmayacağını bilmiyorum, bu yüzden danışmanlarınızın “Hadi canım abartmış!” dediğini farz ederek ilave edeyim: Sözlüğümüzden kaybettiğimiz her kelime, serhat boylarımızdaki bir kaledir. Unutulmamalı ki bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir orduyu kurtarır; özgürlük için ısrarla kalelerimizi korumalıyız. Bazı kaleler çok önemli olmayabilir ama salgın gibi bir kelimeyi feda etmek, misal için Estergon’dan vazgeçmek anlamına gelebilir. Derme çatma bir dile sahip olanların sürekli başkaları tarafından koyun gibi güdüldüğünü, diline sahip çıkanların ise vatansız olsa bile vatanları dilleri olduğu sürece yeni vatanlar kurabildiğini düşünürüm. Bu sebeple içimden gelen ses, “Bırak, şimdi o bir sürü işle uğraşıyor, yurt dışından hasta getiriyor, hastaneler hazırlanıyor…” dediyse de dinlemedim, yazdım.
Söylemeye mecburum: Zaten ingilizce “social” kelimesi yerine “sosyal” kelimesi uydurulmuş ve dilimize sokulmuştu, siz bu yanlış, ufuksuz kelimenin anlamını da tersyüz ettiniz. Böyle yerleşmesi de çok mümkün. İnsanlar bundan böyle aralarındaki “fiziki mesafe”yi, “sosyal mesafe” olarak tarif edecek. Peki, eski sosyal mesafe kavramını, daha önce dışlanan Türkçe kelimelerimiz olmasa ne ile anlatacaksınız?
Siz de çağımızın ahmaklarına uyup “Tıp Bilimi’nde yabancı kelime kullanmak zorunluluktur.” diyebilirsiniz. Neden? Yabancı futbolcu ve çalıştırıcılar bile Türkçeyi öğrenerek memleketine dönerken siz neden ısrarla hastanelerde “kalp damar” veya “yürek damar” yerine “kardiyo vasküler” demeye devam ediyorsunuz? Tıbbın babası Türk İbni Sina yabancı kelime kullanmıyordu. Aletlerin, hastalıkların, teşhislerin, tedavilerin, ilaçların adı Türkçeydi. Daha düne kadar Batı tıp okullarında onun kitapları okutuluyordu. Türkçe o zaman bilim dili oluyordu? Neden en iyi makalelerinizi Türkçe Bilimsel Tıp Dergilerinde yayınlamak yerine ecnebinin diline çevirmeye çalışıyorsunuz? Bırakın o Türkçe çeviri parası ödesin; Türkçe bilen insanlara iş sahası açılsın! Neyse uzatmayayım, siz sizden öncekilerin yanlışından dönebilirdiniz. Düğmeler sizden önce de yanlış ilikleniyor bu yüzden sürekli aynaya baktığımızda terslik var deyip yeniden düğmelerimizi çözüyoruz, yeniden ilikliyoruz. Asıl mesele şu: Vatandaş, bu gavurca sözlerin manasını kavrayamıyor. Kavrayamayınca da bu kavrama uygun davranışlar geliştiremiyor. Siz ilk günden itibaren “Pandemi” yerine “Salgın” deseydiniz ne kaybederdiniz? Hiçbir şey. Biz kazanır, uyarılarınıza daha çabuk uyardık. Malumunuzdur ki çok şey bilen önemli biri gibi gözükmek isteyenler muhatabının bilmediği böyle sözler kullanır. Siz ‘bu pandemi işi uzayacak’ diyorsunuz ama biz, bu sözlerinizden salgının uzayacağını çıkaramıyoruz. Bizim üzerimize titriyorsanız Türkçe konuşun! Çünkü Türkçe öyle bir dildir ki matematiği, ahengi, müziği vardır. Anlaşılmak ve dediklerinizin yerine getirilmesini istiyorsanız, Allah korusun, salgında ikinci vurgunu yemememiz için, lütfen iliklediğiniz ilk düğmeden başlayarak yanlış iliklediğiniz bütün düğmeleri çözüp, yeniden ilikleyiniz. Bu “salgın” ne kadar sürer, birbirimize ne kadar “uzak” duralım, kaç tane “solunum cihazı veya solutana bağlı” hastamız var, “denetimli titiz hayat” ne zaman bitecek? öyle açıklayınız.
Hatadan dönmek erdemdir. Yoksa size bir çift sözüm olacak: “Hay dilinizi eşek arısı soksun!”
Saygılarımla.