İnsan içindeki çürüme ile dışındaki yozlaşmayı ayırt edemez hale geldiğinde başlar çöküş. Herkes önce kendi içinde devrilir. Bir sabah aynaya bakarsın ve gözlerinin içine sinmiş boşluğu fark edersin. Değerlerini, ilkelerini, inancını… hepsini sistematik bir unutuşa yatırmışsındır. Sonra unutmayı unutursun. İşte orada sistem galip gelir. Çünkü seni sen olmaktan çıkarır. Seni, herhangi biri yapar. Herhangi biri ise herkes olabilir. Ve herkes olan hiç kimseye dönüşür.
Bir ülkenin çürümesi, toplumsal karmaşanın iptidai gürültüsüyle değil, çoğunluğun umursamaz sessizliğiyle başlar. Önce duymamaya başlarsın: komşunun selamını, sokaktaki çocuğun ağlamasını, rüzgârın pencereye çarpan sitemini… Sonra görmemeye: açlığı, umutsuzluğu, yoksulluğun üzerine giydirilmiş pahalı markaları… En sonunda hissetmemeye başlarsın; insanlığını kaybettiğin an budur işte. Çünkü çürüme, sadece etten başlamaz. Zihin çürür, dil çürür, ahlak çürür. Sonra devlet çürür. Halk, kokuya alışır.
Bugün yaşadığımız tam da budur. Bir alışkanlık felaketi.
Sabah haberlerini açtığında görüyorsun: rüşvet, cinayet, iftira, yolsuzluk, istismar… Her şey, her gün, yeniden oluyor. Fakat kimse yerinden kalkmıyor artık. Öfke eskidi. Umut, uzun süredir tatilde. Toplum dediğimiz şey, çoktan bir seyirci kitlesine dönüştü. Bir milletin başına gelebilecek en büyük felaket; olan biteni izlemeye razı hale gelmesidir. Tepki vermeyen beden, ölüdür. Tepki vermeyen halk da öyle.
Eskiden insanlar kötülüğü gizlerdi. Artık gururla sergiliyorlar. Televizyon ekranlarında dalkavukluk meziyet, cehalet ise reyting malzemesi oldu. Yalanın bir kariyeri var, doğrunun ise mezar yeri bile yok. Ve en acısı: herkes biliyor ama kimse konuşmuyor. Çünkü herkesin bir kirli çamaşırı, bir sus payı var. Sistem öyle kurgulandı ki, vicdan pahalı bir lüks haline geldi.
Sokağa çıkıyorsun, yüzler donuk. Herkes bir yere yetişmeye çalışıyor ama kimse hiçbir yere varmıyor. Otobüslerde dolmuşlarda, kafelerde, hastane kuyruklarında hep aynı yüzler: yorgun, kırılmış, suskun… Bu, sadece bireysel bir depresyon değil. Bu, kolektif bir çöküştür. Ruhumuz, üzerine beton dökülmüş gibi ağır.
İnsanlar birbirine benziyor artık. Aynı kalıptan çıkmış gibi. Giydikleri kıyafet değil yalnızca; konuştukları kelimeler, kurdukları hayaller bile tek tip. Tüketim, kişiliğin yerine geçti. Ne izlediğin ne giydiğin ne yediğin… kim olduğunu belirliyor. Oysa kimse kimse değil. Herkes bir başka suretin tekrarı. Sıradanlığın bile standardı var artık.
Bu ülkede hakikat, bir duvar yazısı gibi siliniyor her gün. Geride kalan ise sadece iz: devrik bir zamanın izleri.
Ama bu daha başlangıç.
Belki de en büyük yalan, “bu ülke böyle değildi,” cümlesinde gizlidir. Çünkü geçmişe duyulan özlem, çoğu zaman sadece bugünün karanlığını maskelemek için yaratılmış nostaljik bir hayaldir. Çürüme yeni başlamadı. Çürüme, tohumuyla geldi. Biz yalnızca onun meyvelerini yiyoruz şimdi: acı, ekşi, bazen tatlıya benzer ama hep zehirli.
Peki ne oldu da bu hale geldik?
İnsan içindeki çürüme ile dışındaki yozlaşmayı ayırt edemez hale geldiğinde başlar çöküş. Herkes önce kendi içinde devrilir. Bir sabah aynaya bakarsın ve gözlerinin içine sinmiş boşluğu fark edersin. Değerlerini, ilkelerini, inancını… hepsini sistematik bir unutuşa yatırmışsındır. Sonra unutmayı unutursun. İşte orada sistem galip gelir. Çünkü seni sen olmaktan çıkarır. Seni, herhangi biri yapar. Herhangi biri ise herkes olabilir. Ve herkes olan hiç kimseye dönüşür.
Şimdi herkes biraz yalan, herkes biraz hain, herkes biraz kurban.
Toplumsal çürüme, bireysel yalanlarla beslenir. “Ben ne yapabilirim ki?” diyen her dudak, bir tuğla daha koyar bu enkaza. “Bana dokunmayan yılan…” diyen her omuz silkmesi, bir ceset daha ekler bu mezarlığa. Ve sonra hep birlikte şaşırırız: “Nasıl bu hale geldik?”
Oysa cevap basit: Susarak. Katılarak. Uyum sağlayarak.
Bu sistemin en büyük başarısı, seni suç ortağına dönüştürmesidir. Öyle ustaca yapar ki bunu, sen değiştiğini bile fark etmezsin. Vicdanın kalbinde değil, kredi kartı ekstrende yaşar artık. Ahlak, giydiğin markalarda görünür. Sevgi bile ekonomiktir: faydalıysa kalır, değilse silinir. Unutma, bu çağda herkes silinebilir. Herkes iptal edilebilir. Herkes tüketilebilir.
Yozlaşma yalnızca yönetimde değil, halkın kendi kalbinde. Bir ülke sadece kötü yönetilerek değil, iyi yaşanmadığı için çöker. Çünkü erdem sıkıcı hale geldiğinde, kötülük çekici görünür. Ve biz kötülüğün makyajını beğenmeye başladık. Onu hayranlıkla izliyoruz artık: dizilerde, reklamlarda, sahnelerde… Hatta bazen aynada.
Ne mi yapılabilir? Çok şey…
Umut, her zaman vardır. Ama bu umut, sistemden değil, bireyden çıkar. Direniş büyük bir hareketle değil, küçük bir cümleyle başlar bazen: “Hayır.”
- Hayır demek: susma alışkanlığını kırmaktır.
- Hayır demek: kendine karşı bile dürüst olmayı göze almaktır.
- Hayır demek: çürümüşlüğe karşı kendi içinde bir yer inşa etmektir.
Eğer bir çıkış varsa, o da çürüyen bu anlamsız dünyaya rağmen, inatla çürümemekten geçer. Bu da herkesin kendi aynasındaki savaşında başlar.
Yoksa tarih, bir “çürüme güncesi” olmaya devam edecek. Biz ise dipnotlarda bile anılmayacağız.