Geleceğin Taşkent’i nasıl olacak? Bunu kimse tam bilemez. Ama eğer şu son bir yılda gördüklerim bana bir şey öğrettiyse, o da şu: Bu şehir, hafızasız kalmayı reddediyor. Yıkılan her eski duvarın ardından bir hikâye taşıyor. Yeni yapılan her parkta eski bir rüzgâr esiyor. Modern binaların gölgesinde bile hâlâ eski masalların sesi var. Şehir, geçmişini öyle kolay kolay bırakacak gibi değil. Ve belki de tam bu yüzden, büyürken bile küçülmeyen bir Taşkent mümkün. Daha çok insanına benzeyen, onların hatıralarıyla, düşleriyle yoğrulmuş bir gelecek mümkün.
Bir antropolog için kültür, sadece müzelerde veya kitaplarda değildir. Kültür, sokaklarda bir dil gibi konuşur, pazarlarda bir koku gibi yayılır, evlerin içinden bir sıcaklık gibi taşar.
Taşkent’te gördüğüm şey, eski ile yeninin bitmek bilmeyen mücadelesi değil; onların bir bahçede birlikte büyümesi. Belki de o yüzden, kentin sokaklarında yürürken, her an bir zaman kapısına denk gelebilirsin: Bir anda bir çağın içinden geçer, sonra başka bir çağın avlusunda bulursun kendini. Ve her seferinde aynı şeyi hissedersin: Burası geçmişin yükünü değil, mirasını taşıyor.
Taşkent’i anlatmak, bazen bir aynaya bakmak gibi benim için. İçinde hem kaybolmuşluk var hem de yeniden doğmak isteyen bir inat.
***
Bir hafta sonu sabahın erken saatlerinde, eski Şayhantahur mahallesinde yürüyordum. Henüz şehir tam uyanmamıştı. Çorsu Pazar’ın köşesinde yaşlı bir teyze, bastonuna yaslanmış bir banka oturmuştu. Yanına oturup sohbet ettim.
O dingin ve bilge ses tonuyla şöyle dedi: “Şimdi her yer yüksek bina. Ama yüksekten bakınca her şey küçük görünür. Küçük şeyleri kaybetmek kolaydır. İnsanın küçük şeyleri koruması lazım.”
İşte Taşkent’in bugünkü ruhu tam da burada yatıyor: Büyümek ile küçülmemek arasında bir denge arayışında.
Şehir yeni yollar açarken, bir yandan da eski avluların gölgelerinde kaybolan hikâyelere tutunmaya çalışıyor. Yeni markalar gelirken, eski pazarların kokusu hâlâ havada asılı kalıyor. Gökdelenler yükseliyor, ama bazı köhne çayhanelerde hâlâ bir bardak çayın buğusunda geçen yüz yıllık sohbetler var.
Son birkaç yılda ekonomi hızlanmış: Taşkent’in etrafı yeni lojistik merkezlerle, iş kuleleriyle, rezidanslarla çevrilmiş. Yabancı yatırımcılar ülkenin cazibesine karşılıksız kalmamışlar. Şehir, eski Sovyet imgesinden sıyrılıp, yeni bir Orta Asya Dubai’si olma yolunda ilerliyor. Ama işin ilginç tarafı şu: Halkın büyük bölümü bunu sadece zenginlik umudu için değil, aynı zamanda dünyaya kendilerini anlatabilme arzusu için istiyor.
Çünkü uzun yıllar boyunca dünya haritasında, neredeyse görünmez bir yerdi Taşkent. Şimdi, o görünmezlik duvarını çatlatmaya çalışıyorlar.
Her yeni açılan sanat galerisi, her festival, her uluslararası konferans, aslında bir çeşit “biz de buradayız” çağrısı.
Fakat tabii ki her değişim gibi bu da sancılı. Eski mahallelerin bir kısmı yıkılıyor, yerine cam kuleler dikiliyor. Kimi zaman o eski ruhu korumadan sadece “gösterişli” olmanın tuzağına düşülüyor. Kimisi için bu bir yükseliş, kimisi içinse bir kayboluş.
Mesela gençler arasında iki farklı görüş var: Bir grup, “Taşkent modernleşmeli” diyor; diğeri “Hayır, ruhunu kaybetmeden büyümeli.”
İkisi de haklı aslında. Çünkü bir şehir ne sadece geçmişinde sıkışıp kalabilir ne de geçmişini sıfırlayıp ruhsuz bir dev makineye dönüşebilir. Ve Taşkent, şu anda bu iki uç arasında kendi özgün yolunu arıyor. Kimi zaman yalpalayarak, kimi zaman cesurca adım atarak, kimi zaman tökezleyerek ama her seferinde yeniden ayağa kalkarak.
Sonuçta, Taşkent bugünün dünyasında bir tür geçiş şehri: Hem geçmişe göz kırpan hem de geleceğe yürümek isteyen bir yer. Ve belki de en güzeli şu: Taşkent, bütün bu değişimlerin ortasında bile, gözlerinin içinde bir insan sıcaklığı taşıyor. Binaların, yolların, paraların ötesinde bir şey var hâlâ: Gülümsemeler, paylaşılan ekmekler, sabah rüzgârlarında saklı eski melodiler…
***
Ankara’dan farkını hemen söyleyeyim…
Taşkent’te zaman, bir nehir gibi akmıyor. Bazen bir taşın üzerinde duruyor, bazen toprak altına sızıyor, bazen de hiç ummadığın bir anda, bir çocuk kahkahasında çağlayan gibi coşuyor. Burada zaman, yaşanıyor. Yutulmuyor, tüketilmiyor. Belki de en çok bu yüzden, insanın içine işliyor.
Şehrin sabahları hala bir duayla başlıyor. Öğle saatlerinde bir koşuşturmaca. Akşamları ise kocaman bir yalnızlık bazen. Bütün büyük şehirlerin kaçınılmaz kederi var burada da. Ama bir farkla: Taşkent, o kederi bir dost eli gibi hafifçe omzuna koyuyor. Sana unutmanı söylemiyor; yanında duruyor sadece.
Bir yıldır, bu şehrin taş sokaklarında, ışıltılı bulvarlarında, tozlu pazarlarında, yeniden ve yeniden yürüdüm. Her gün metroda o sakin yüzleri tekrar tekrar izledim.
Çocukların ve gençlerin parlak gözlerinde bir dünya dolusu umut vardı. Yaşlıların ellerinde ise zamanın tozunu taşıyan hikâyeler. Bir şehrin ruhu, bu ikisinin arasındaki görünmez köprüde kurulur zaten. Taşkent de o köprüyü her gün yeniden kuruyor. Kimi zaman titrek adımlarla, kimi zaman meydan okurcasına.
***
Geleceğin Taşkent’i nasıl olacak? Bunu kimse tam bilemez. Ama eğer şu son bir yılda gördüklerim bana bir şey öğrettiyse, o da şu: Bu şehir, hafızasız kalmayı reddediyor.
Yıkılan her eski duvarın ardından bir hikâye taşıyor. Yeni yapılan her parkta eski bir rüzgâr esiyor. Modern binaların gölgesinde bile hâlâ eski masalların sesi var. Şehir, geçmişini öyle kolay kolay bırakacak gibi değil.
Ve belki de tam bu yüzden, büyürken bile küçülmeyen bir Taşkent mümkün. Daha çok insanına benzeyen, onların hatıralarıyla, düşleriyle yoğrulmuş bir gelecek mümkün.
Bazen düşünüyorum, Taşkent bir insan olsaydı kim olurdu? Belki yaşlı bir bilgeyle genç bir hayalperestin arasında bir yerlerde dururdu: Yorgun ama dirençli, kırılmış ama hâlâ umut dolu, geçmişini unutmadan geleceğe yürüyen bir yolcu.
Ve bizler -ister bu şehrin yerlisi olalım ister yabancı – onun hikâyesinin bir parçası olmaktan başka bir şey yapamayız. Çünkü Taşkent artık sadece taş ve beton değil; o bir çağrıdır: Kendine sadık kalarak büyümenin çağrısı. Ve belki de bugün dünyada en çok ihtiyacımız olan şey de bu.
Veda ederken, şunu her zaman hatırlayacağım: Taşkent’le kurduğum bu sessiz bağ, bambaşka yerlere savrulsam da içimde hep bir yerlerde titreyecek. Bir sabah esintisinde, bir eski pazar kokusunda, ya da bir duvar dibinde unutulmuş bir şarkıda…
Şehirler de insanlar gibidir. Onları anlarsanız, bir daha asla tamamen ayrılamazsınız.
Ve Taşkent…
Ben seni anladım.