Bu nedenle, kalıcı bir değişim için yalnızca ekonomik krizlerin veya yolsuzlukların ortaya çıkmasını beklemek yeterli değildir. Aynı zamanda, yeni bir kültürel, ekonomik ve siyasal söylem üretmek ve insanlara alternatif bir gelecek inşa edebilme umudu sunmak gerekir. Çünkü yalnızca bir yönetimi değiştirmek tek başına yeterli değildir, onun yerine neyin konulacağı da belirleyicidir.
Tarih boyunca pek çok toplum, ekonomik krizler, yolsuzluklar, adaletsizlikler ve otoriterleşme belirtileri gösteren yönetimlerden şikayetçi olmasına rağmen aynı siyasi güce boyun eğmeye ya da gönüllü destek vermeye devam etmiştir. Bu olgunun temelinde bireysel psikolojiden kitlesel dinamiklere, sosyolojiden ekonomi politiğe uzanan çok katmanlı bir yapı bulunur. Dolayısıyla, bu tür baskıcı rejimlerin neden hâlâ güçlü kalabildiğini anlamak için birkaç temel faktörü ele almak gerekir.
Siyasi bağlılık, bireylerin yalnızca rasyonel kararlar vererek oy kullanmalarını gerektiren bir süreç değildir. Aksine, duygusal, tarihsel ve kimlik temelli bağlar bu tercihlerde belirleyici olabilir. Özellikle uzun süre iktidarda kalan hareketler, zamanla bir parti-devlet bütünleşmesi yaratır. Bu durumda, halkın gözünde devlet ile iktidar partisi özdeşleşir. İktidarın zayıflaması veya değişmesi, yalnızca bir partinin değişmesi değil, bütün düzenin sarsılması olarak algılanır.
Bu siyasal sadakat, kişilerin kendilerini güvende hissettiği bir çerçeve yaratır. Sosyal psikolojide “bilişsel tutarlılık” olarak bilinen bu durum, bireylerin mevcut inançlarını destekleyen bilgileri benimseyip, aksi yöndeki kanıtları görmezden gelmeleriyle pekiştirilir. Uzun yıllar süren propagandanın etkisiyle, yolsuzluk ve kötü yönetim gibi olgular bile “bize karşı yapılan saldırılar” veya “kaçınılmaz hatalar” şeklinde rasyonalize edilebilir.
Popülist rejimler, siyasetlerini yalnızca vaatler üzerine değil, sürekli bir dış ve iç düşman inşası üzerine kurar. Bu tutum toplumda “biz” ve “onlar” ayrımını keskinleştirir.
Böylece, seçmenler için mesele artık bir yönetimin iyi olup olmaması değil, kimin kazandığı meselesine dönüşür.
Bu strateji, “siyasetin özü dost-düşman ayrımıdır,” görüşüyle uyumludur. İktidar sahipleri, toplumun belirli kesimlerini ötekileştirerek kendi seçmen kitlesini kontrol eder. Böylece, ekonomik sıkıntılar veya adaletsizlikler ikinci plana atılır; çünkü seçmen için öncelikli mesele, “düşmana karşı” kendi pozisyonunu korumaktır.
Günümüz dünyasında medya, yalnızca haber vermekle kalmaz, aynı zamanda gerçekliği inşa eder. Özellikle otoriterleşmeye meyilli yönetimler, medya araçlarını doğrudan kontrol ederek veya ekonomik baskılar yoluyla yönlendirerek kamu algısını şekillendirir.
Bu durum, Noam Chomsky’nin “rızanın imalatı” (manufacturing consent) kavramıyla örtüşür. Ana akım medya, ekonomik kriz veya adaletsizlik gibi gerçeklikleri gizleyebilir ya da bunları iktidarın lehine çerçeveleyerek sunabilir. Örneğin, ekonomik bir başarısızlık, “dış güçlerin saldırısı” olarak açıklanabilir. Yolsuzluklar ise ya yok sayılır ya da normalleştirilir.
Dahası, bu medya düzeni, alternatif bilgi kaynaklarını itibarsızlaştırarak halkın doğru bilgiye erişimini de engelleyebilir. Böylece, halk yalnızca iktidarın sunduğu bilgiyi “doğru, hakiki” olarak kabul etmeye başlar.
Birçok otoriter-popülist yönetim, ekonomiyi sürdürülebilir ve adil kalkınma yerine bağımlılık ilişkileri üzerinden şekillendirir. Devletin kaynakları, doğrudan belirli bir seçmen kitlesine yönlendirilerek onların ekonomik varlığı doğrudan iktidara bağımlı hâle getirilir.
Bu bağlamda, Hannah Arendt’in “otoriter rejimler bireyleri atomize ederek, onları yalnızca yönetime bağımlı hâle getirerek ayakta kalır,” tezi devreye girer. Eğer geniş bir kitle, devlet yardımları, kamu istihdamı veya imtiyazlarla geçimini sağlıyorsa, yönetimin değişmesi onlar için ciddi bir risk anlamına gelir. İnsanlar kişisel ekonomik güvenceleri ile demokrasi arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılır ve çoğu zaman hayatta kalma içgüdüsü ağır basar.
Siyaset yalnızca ekonomi ve hukukla sınırlı değildir; aynı zamanda kültürel ve dini kodlarla da şekillenir. Uzun süre iktidarda kalan rejimler, zamanla toplumsal hafızayı ve kimliği kendi lehlerine dönüştürecek şekilde yeniden inşa eder. Eğitim sisteminden popüler kültüre kadar her alanda iktidarın ideolojik çerçevesi hâkim olur.
Antonio Gramsci’nin kavramsallaştırdığı “hegemonya” burada devreye girer: Yönetici sınıf, yalnızca zor kullanarak değil, aynı zamanda kültürel normları ve değerleri kendi lehine şekillendirerek halkın rızasını üretir. Böylece, halk için iktidarın değişmesi sadece bir siyasi dönüşüm değil, kültürel ve ahlaki bir kriz olarak algılanır.
Bu noktada dinin rolü de önemlidir. İktidarlar, dini kurumları kullanarak kendisini kutsallaştırır ve politikalarını ilahi bir çerçevede meşrulaştırır. Böylece yönetimin sorgulanması, yalnızca siyasi değil, aynı zamanda ahlaki ve dini bir meseleye dönüşür.
Tüm bu faktörler birleştiğinde, kötü yönetim veya adaletsizlik gibi unsurların bir iktidarı doğrudan yıpratamayacağı gerçeği ortaya çıkar. Popülist otoriter rejimler, yalnızca siyasal değil, ekonomik, kültürel ve psikolojik düzeyde de geniş çaplı bir bağlılık mekanizması inşa eder.
Ancak tarih bize, bu tür rejimlerin sürdürülebilir olmadığını da gösterir. Ekonomik krizler derinleştiğinde, medya manipülasyonları artık kitleleri tatmin etmediğinde veya içsel bölünmeler başladığında bu yapı zayıflamaya başlar. Toplumun farklı kesimlerinde, sistemin sürdürülemez olduğu bilinci yaygınlaştığında ise değişim kaçınılmaz olur.
Bu nedenle, kalıcı bir değişim için yalnızca ekonomik krizlerin veya yolsuzlukların ortaya çıkmasını beklemek yeterli değildir. Aynı zamanda, yeni bir kültürel, ekonomik ve siyasal söylem üretmek ve insanlara alternatif bir gelecek inşa edebilme umudu sunmak gerekir. Çünkü yalnızca bir yönetimi değiştirmek tek başına yeterli değildir, onun yerine neyin konulacağı da belirleyicidir.
Bu bağlamda, otoriter popülizme karşı direnişin sadece bir muhalefet hareketi değil, aynı zamanda bir yeniden inşa süreci olduğunu unutmamak gerekir. Toplumun farklı kesimlerini bir araya getirecek, ortak değerler etrafında birleşmeyi sağlayacak ve bireylerin kendilerini güvende hissedeceği bir alternatif sunmak bu sürecin temel taşlarını oluşturur.
Sonuç olarak, otoriter popülizmin direncini kırmak için sadece mevcut yapının eleştirisi yeterli değildir; aynı zamanda umut vadeden, kapsayıcı ve adil bir gelecek tasavvuru sunmak esastır. Bu da ancak kolektif bir çaba, derinlemesine analiz ve kararlı bir vizyonla mümkün olabilir.