Dr. Alper Sezener
Dr. Alper Sezener

Oblomov: Bir Tembellik Estetiği Olarak Direniş

featured

Gonçarov’un “Oblomov”u, sadece bir tembellik hikayesi değil; Rus aristokrasisinin çöküşünü, modernleşme sancılarını ve eylemsizliği bir direniş biçimi olarak benimseyen evrensel bir insanlık durumunu inceliyor. Günümüz dünyasının hızı ve üretkenlik dayatması karşısında Oblomov’un “hiçbir şey yapmama” hali, çağımızın yorgun kahramanının sessiz bir manifestosu olarak yankılanıyor.

Rus yazar Ivan Gonçarov’un 1859 tarihli başyapıtı “Oblomov, yalnızca bir bireyin içsel hikâyesi değil, bir çağın, bir sınıfın ve hatta bir uygarlığın tükenişini anlatır. Ama o tükeniş, büyük bir gürültüyle değil; loş bir odada, karanlık perdelerin ardından süzülen sabah ışığında, hiç kıpırdamadan yatan bir bedenle gelir. Oblomov, bir karakter olmanın ötesinde, hareketsizliğin ve eylemsizliğin şiirsel suretidir.

Gonçarov’un yarattığı bu karakter ne bir kahramandır ne de klasik anlamda bir trajedinin kurbanı. O, harekete geçmeme hakkını kullanan bir figürdür. Romanın başında Oblomov’un yatağında yatarken betimlenmesi, aslında roman boyunca yaşanacak her şeyin önceden ilanıdır: Değişmeyecek bir durumun tekrar eden versiyonları.

Bu edebi figür, Rus edebiyatında o döneme dek şekillenen “lüzumsuz adam” tiplemesinin en saf, en nihilist örneğidir. Puşkin’in Onegin’i ve Lermontov’un Peçorin’i dünyaya hayal kırıklığıyla yaklaşan aristokratlarsa, Oblomov bu hayal kırıklığını hareketsizlikle dondurmuş, onu bir yaşam biçimine çevirmiştir.

Ama Oblomov, bir “tembellik hikâyesideğildir. Tersine, insan ruhunun hareketle değil, durağanlıkla da anlatılabileceğini gösteren bir kılavuz gibidir. Bu romanda zaman, karakterin iç dünyasının akışına göre biçimlenir. Okur, bir eylem örgüsünden çok, ruhsal bir çürümenin estetik anlatısını izler. Gonçarov’un üslubu; uzun cümleleri, detaycı betimlemeleri ve ironik mesafesiyle bu çürümenin ritmini adeta kulaklara fısıldar.

Daha önemlisi, Oblomov’un yaşadığı içsel kriz, yalnızca bireysel değil, toplumsal bir göstergedir: Rusya’nın modernleşme sancıları, aristokrat sınıfın çöküşü, bürokrasinin hantallığı ve halktan kopuk entelektüel sınıfın kısırlığı… Tüm bu meseleler Oblomov’un yatağında uykuyla uyanıklık arasında geçen günlerinde saklıdır.

Ve belki de en vurucu tarafı şudur: Oblomov, kafamızın içinde gizlenen bir sestir. Harekete geçmekten korkan, değişimi erteleyen, geçmişin güvenli naifliğine sığınan bir parçadır. Modern dünyada hâlâ neden bu kadar “Oblomov” olduğumuzu anlamak için, onu yalnızca bir roman kahramanı olarak değil, çağımızın yorgun kahramanı olarak okumalıyız.

Oblomov bir karakter değil, bir haldir. Adeta ruhsal bir iklim, zihinsel bir mevsim. Onu anlamak için sadece davranışlarına değil, hareketsizliğinin arkasında yankılanan sessizliğe kulak vermek gerekir. Zira Oblomov’un eylemsizliği, sadece bedensel değil; bir dünya karşısında geri çekilmenin metafizik hâlidir.

Romanın en dikkat çekici bölümlerinden biri, Oblomov’un çocukluk günlerini anlattığı rüya sahnesidir. Bu sahne, yalnızca bir anı değildir; karakterin ruh haritasıdır. Oblomovka köyü, zamanın durduğu, hiçbir şeyin değişmediği, herkesin şefkatle sarıldığı pastoral bir mekândır. Burada yaşam, sorumluluklardan, beklentilerden, geleceğin belirsizliklerinden muaftır.

Oblomov’un tembelliği, işte bu ütopyaya, daha doğrusu “rahatsız edilmemiş varoluşa”, duyduğu özlemdir. Modern dünyanın hızına, rekabetine, mükemmeliyet takıntısına karşı pasif bir direniş. O halde Oblomov’un tembelliği, yalnızca karakter zayıflığı değil; bir karşı duruş biçimi, bir “anti-modern manifesto sayılabilir mi?

Roman boyunca Oblomov’u uyandırmaya çalışan iki figür vardır: Ştoltz ve Olga. Ştoltz, disiplinli, çalışkan, Batı tipi bir kalkınma idealinin temsilcisidir. Olga ise duygusal uyanışın, aşkın ve değişimin simgesi. Ancak her ikisi de Oblomov’un içsel labirentlerine giremez. Zira Oblomov’un korkusu, yalnızca değişimden değil; yetersizlikten, başarısızlıktan, sorumluluğun ağırlığından kaynaklanır.

Olga’ya olan aşkı bile, eylemsizliği yenmeye yetmez. Çünkü aşk da eylem ister, çaba ister. Oblomov’un en trajik yanı da budur: Mutluluğu arzulayıp onu kaldıracak gücü kendinde bulamamak. Gonçarov, burada sadece bireysel bir zayıflığı değil, modern bireyin kırılganlığını anlatır.

Oblomovluk” sıradan bir tembellik hali değildir. Kültürel bir kavram, belki de bir çağ teşhisidir. Hareketsizlikle biçimlenen bir varoluş. Modern bireyin sıkça sorduğu sorularla örülüdür: “Ya başarısız olursam?”, “Ya bir anlamı yoksa?”, “Ya tüm bu çaba boşunaysa?

Bu yönüyle Oblomov, Camus’un Meursault’u gibi absürdün sessiz kurbanlarıyla, Kafka’nın Josef K.’si gibi sistemin labirentlerinde kaybolanlarla, hatta Melville’in Bartleby gibi her türlü iş yapmayı “tercih etmeyenlerle” aynı evrende dolaşır. Onun yapmama hali, bir tür felsefi seçeneksizlik gibi okunabilir.

Oblomov’un içsel dünyasını anlamak, onun tembelliğini mazur göstermek değil; bu eylemsizliğin nasıl bir toplumsal ayna işlevi gördüğünü kavramak demektir. Çünkü Oblomov yalnız değildir. Onun yatakta geçirdiği günler, bir bireyin kayıtsızlığı değil, çöken bir sınıfın, tükenen bir çağın ve biçim değiştiren bir dünyanın suskun çığlığıdır.

Oblomov, Rus aristokrasisinin çalışmadan yaşayan, çalışmayı küçümseyen, üretime yabancılaşmış temsilcilerindendir. Mal varlığı tükenmekte, hizmetlileri azalmaktadır ama o hâlâ aynı hareketsizlikte direnir. Çünkü çalışmak, onun sınıf bilincine aykırıdır. Oblomov’un bireysel felci, aslında bir toplumsal sınıfın tarihsel felcidir. Bu yönüyle Gonçarov, yalnızca bir karakter yaratmaz; çöküşteki Rus soyluluğuna ağıt yakar.

Ştoltz gibi karakterler ise yeni bir çağın habercisidir: çalışkan, planlı, Batı’ya entegre olmuş, hareketli insanlar. Ştoltz’un hayatta kalması, Oblomov’un ise yavaşça silinmesi, tarihin hangi sınıfı sahneden indirdiğini net bir şekilde gösterir. Oblomov’un direnişi, aslında tarihe karşı verimsiz bir başkaldırıdır.

Ama bu hikâye yalnızca soyluların düşüşüyle sınırlı değil. Oblomov’un davranışları, modern zamanlarda başka bir yorum katmanına kavuşur. Kimilerine göre, onun tembelliği, kapitalist hız, üretim baskısı ve faydacılık ideolojisine karşı sessiz bir başkaldırıdır.Bir şey yapmak zorunda mıyım?” sorusu, aslında sistemin dayattığı zorunluluklara karşı yöneltilmiş bir varoluşsal meydan okumadır.

Bugün minimalizm, yavaş yaşam, tükenmişlik sendromu sonrası inziva gibi akımlar, Oblomov’un pasifliğini farklı biçimlerde sürdürmektedir. Bu açıdan bakıldığında Oblomov, çağının değil, bizim çağımızın da çocuğudur.

Oblomov’un yaşadığı dünya, onun gibi birini dışlamaya programlıdır. Toplum, üretmeyen bireyi affetmez. Ancak Oblomov da o toplumun anlam sistemine entegre olmayı asla istemez. Bu nedenle onun yalnızlığı, sadece fiziksel bir yalnızlık değil; anlamsal bir kopuştur. Oblomov hiçbir yere ait değildir, çünkü düzenin anlam haritasını paylaşmaz.

Oblomov’un oda içindeki bekleyişi, bir tür karantina gibidir. Kendini çağın salgın hastalıklarından, yani başarı takıntısı, gösteriş, statü yarışı, üretkenlik fetişi vb. fenomenlerden izole eder. Belki de onun tembelliği, yavaş yavaş gerçekleşen bilinçli bir ölüm gibidir: sessiz, onurlu ve kimseye yaranmadan gerçekleşen bir ölüm.

***

Oblomov artık yatakta değil. O, şu an bir kafede oturuyor, gözleri telefon ekranında donuk. Belki bir plaza katında, açık ofiste çalışıyormuş gibi yapıyor, ama ruhu çoktan başka bir boyuta çekilmiş. Belki de evde pijamalarıyla, bir e-postaya yanıt vermemek için yarım saat boyunca tavana bakıyor. Gonçarov’un Oblomov’u 19. yüzyılda yazıldı, ama 21. yüzyıl onu gerçekliğe terfi ettirdi.

Oblomov’un “hiçbir şey yapmama hali”, bugün artık bir yaşam biçimi. Bir fenomen. Adı bile kondu: Erteleme davranışı (Procrastination). Bir işi yapmak üzere bilgisayar başına oturup sekiz saat boyunca iş dışında başka her şeyi yapmak. Bir e-postayı yanıtlamamak için sosyal medyada üç saat dolaşmak. Hepsi bir tür dijital Oblomovluk.

Aslında bu bir zihinsel gerileme değil. Tersine, aşırı bilinçle boğulmuş modern bireyin felci. Yapabileceğini bilmek ama yine de yapamamak. Hedeflerle, yapılacaklar listeleriyle, motivasyon sloganlarıyla dolu bir çağda, hareketsiz kalmak bile politik bir eylem olabilir mi?

Bugün “tembellik”, hemen patolojik bir sorun, bir başarısızlık işareti olarak damgalanıyor, ama neden? Neden her gün “bir şey başarmamız” gerekiyor? Üretkenlik, neden bir tür ahlaki üstünlük hâline geldi?

İşte Oblomov burada bize sessizce fısıldıyor: “Ben yapmıyorum, çünkü yapmak istemiyorum. Sizin dünyanıza ait değilim.

Bu radikal duruş, belki de kapitalist çarklara çomak sokmanın en rafine yollarından biri.İstemiyorum, çünkü sistem bunu benden istiyor,” diyebilen birey, dışarıdan bakıldığında yorgun ve başarısız, içeriden bakıldığında ise bir tür sessiz kahramandır.

Oblomov’un yatak odası vardı. Bizimse ekranlarımız var. O, pencereden dışarı bakardı; biz sonsuz scroll’lara dalıyoruz. Ama özünde aynıyız: Dünya çok fazla, zaman çok hızlı, insan ise çok kırılgan.

Bugün “başarılı” sayılmak için sabah 5’te kalkıp 8 saat çalışmak, “fit” kalmak, 10 bin adım atmak, Instagram’da üretkenliğini pazarlamak, zihinsel sağlığını korumak, ilişkilerini sürdürmek gerekiyor. Ama bazen hiçbirini yapamayacak kadar tükenmiş hissediyoruz. İşte tam orada, Oblomovluk devreye giriyor.

Oblomovluk bir hastalık değil. Bir ayna gibi, kimimizin içindeki çocukluktan kalma sessizliği, kimimizin yetişkinlikteki başarısızlık korkusunu yansıtıyor. O, bir roman karakterinden çok daha fazlası: Modern insanın huzursuz vicdanı.

Gonçarov’un dehası şurada: Oblomov’u bir birey gibi yazdı, biz onu toplumun yansıması gibi okuyoruz. Eylemsizliğe bakarken gördüğümüz, toplumun ruhsal haritası. Belki de bu yüzden, her yeni kuşak, Oblomov’u yeniden keşfediyor. Çünkü sistem değişiyor, ama insanın içindeki kırıklar aynı kalıyor.

***

Eğer Oblomov’un dünyası sizi etkilediyse, benzer içsel çatışmaları ve varoluşsal sorgulamaları farklı kültürel arka planlarda keşfetmek için Franz Kafka’nın “Dava” adlı eserindeki Josef K. ile tanışmanızı öneriyorum. Bu kitap, sistem karşısında kaybolan bir bireyin çaresizliğini sarsıcı bir dille sunuyor. Yine Albert Camus’nün “Yabancı” romanındaki Meursault, duyarsızlığı ve toplumla kuramadığı bağ üzerinden modern insanın anlam arayışını sorgulatıyor. Herman Melville’in “Katip Bartleby”,  adlı kısa romanı ise iş dünyasının tekdüzeliğinde “Yapmamayı tercih ederim,” diyerek sessiz direnişe geçen bir karakteri merkeze alıyor. Oblomov’la birlikte bu üç eser, tembellik, kayıtsızlık, eylemsizlik ve içsel çöküş gibi temaları edebiyat aracılığıyla derinlemesine sorgulamak isteyen okurlar için adeta bir düşünce atlası sunuyor.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.