Rejimler, korkuyu bir kalkan gibi kullanırken unuttukları bir şey vardır: İnsan, gölgeyle savaşamaz ama ışığı açarsa gölge kendiliğinden yok olur. Korkuya karşı koymanın yolu, onu reddetmek değil, ona rağmen yaşamaktır. Birisi konuştuğunda, bir diğeri yazdığında, bir başkası sadece gözlerini kaçırmayı bıraktığında bile korku çatlamaya başlar. Ve bir gün gelir, en beklenmedik anda, o devasa, yenilmez sanılan canavarın içinin boş olduğu anlaşılır.
Baskıcı rejimler, yalnızca yasalarla, ordularla veya hapishanelerle ayakta durmaz. Onların gerçek temeli, insanların zihinlerine kazınan korkudur. Çünkü mutlak denetim, insanların yalnızca bedenlerini değil, düşüncelerini de kontrol edebildiklerinde mümkündür.
Totaliter sistemler, yönetmek için yalnızca baskıya değil, bir yanılsamaya ihtiyaç duyarlar: Değişimin imkânsız olduğu yanılgısına. Bireyi en derin çaresizliğe sürükleyen şey, gücün karşı konulamaz olduğu inancıdır. Oysa tarih, en güçlü gibi görünen rejimlerin bile çürümeye mahkûm olduğunu göstermiştir.
Baskı, bir çark gibidir; sürekli döner, ezip geçer. Ancak her çarkın bir aşınma noktası vardır. İnsan, korkuya alışabilir ama boyun eğmeye doğası gereği sonsuza kadar dayanamaz. Zulüm, ne kadar katılaşırsa, direniş de o kadar kaçınılmaz hale gelir. Çünkü baskının en büyük yanılgısı, insan ruhunu tamamen fethedebileceğini sanmasıdır.
Bir sistemin gerçek gücü, ne kadar korku saldığıyla değil, insanları ne kadar özgür bırakabildiğiyle ölçülmelidir. Çünkü özgürlüğü boğan her rejim, kendi sonunu da hazırlar. Ve bir gün, en beklenmedik anda, bir fısıltı haykırışa, bir kıvılcım yangına dönüşür. İşte o an, baskının hükmü biter, çünkü korkunun üzerinde yükselen her taht, eninde sonunda yıkılmaya mahkûmdur.
Rejimler, korkuyu bir kalkan gibi kullanırken unuttukları bir şey vardır: İnsan, gölgeyle savaşamaz ama ışığı açarsa gölge kendiliğinden yok olur. Korkuya karşı koymanın yolu, onu reddetmek değil, ona rağmen yaşamaktır. Birisi konuştuğunda, bir diğeri yazdığında, bir başkası sadece gözlerini kaçırmayı bıraktığında bile korku çatlamaya başlar.
Ve bir gün gelir, en beklenmedik anda, o devasa, yenilmez sanılan canavarın içinin boş olduğu anlaşılır. Bütün baskı rejimlerinin çöküşü aniden ve gürültülü değildir; bazen sadece bir fısıltının, bir bakışın, bir gülüşün içindeki cesaretle başlar. Çünkü gerçek özgürlük, sadece zincirlerin kırılması değil, korkunun zihinden silinmesidir.
İşte o zaman insan, en büyük zaferini kazanır: Kendi ruhunu geri alır. Ve artık korkunun hükmü sona erer.
***
Bir film önerisiyle devam edelim: Brazil (1985)
Başrollerinde Jonathan Pryce ve Robert De Niro gibi başarılı aktörlerin oynadığı, sıradışı filmlerin yönetmeni Terry Gilliam’ın 1985 yapımı Brazil filmi, distopik bir bürokrasi eleştirisi olarak hafızalara kazındı. Orwellvari bir dünyada geçen hikâye, devletin işleyişinin anlamsızlaştığı, bireyin ezildiği ve adaletin tamamen mekanik bir süreç haline geldiği bir sistemin kara mizahını yapıyor.
Filmin temelinde bir daktilo hatası var: Muhalif olduğu sanılan “Buttle” yerine, aslında sıradan bir adam olan “Tuttle” tutuklanır ve kimse bu hatayı sorgulamaz, çünkü sistemin içinde kimsenin sorgulama yetkisi yoktur.
Brazil’de adalet, sonsuz başvuru formları ve evrak işleri arasında kaybolur. Vatandaşlar, sadece bir belge eksik olduğu için haklarını talep edemez, basit bir işlem yıllar sürer. Hukukun işlevselliğini yitirip sadece bir prosedüre dönüştüğü bir düzenden bahsediyoruz.
Filmde devlet, sürekli bir tehdit algısı içindedir. Gerçek bir düşman olup olmadığı önemli değildir; sistem, kontrolü sağlamak için sürekli bir “iç tehdit” yaratır.
Filmin ana karakteri Sam Lowry, bir noktada sistemle yüzleşmeye karar verir. Ancak bu onu yalnızca daha derin bir labirentin içine çeker. Filmde Sam’in kaçışı sadece bir yanılsamadan ibarettir; sistem onu zihinsel bir hücreye hapseder.
Film, umutsuz bir noktada sona erer. Sistem, her şeyin üzerindedir ve bireyin kaçışı ancak delilikle mümkündür.
Belki de Brazil’den çıkarılacak en büyük ders şu: Baskıcı sistemler ancak toplum sessiz kaldığında bu kadar güçlü olabilir.
Brazil, endüstrileşme, terör, devlet otoritesi, bürokrasi ve aşk gibi temaları bilim kurgu ve fantastik unsurlarla harmanlayan, görsel açıdan etkileyici ve düşündürücü bir yapım.
Film, BAFTA Ödülleri’nde En İyi Prodüksiyon Tasarımı ödülünü kazandı ve En İyi Görüntü Yönetimi, En İyi Kurgu, En İyi Özel Görsel Efektler dallarında aday gösterildi. Ayrıca, Los Angeles Film Eleştirmenleri Birliği tarafından En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerine layık görüldü.
Tavsiye niteliğindedir.