Türkiye’nin de kaderi böyle değil mi? Tarih boyunca sayısız müdahale gördü; sınırları çizildi, yönetim biçimi şekillendirildi, yönelimleri değiştirildi. Ama içeridekiler hep kendi iradeleriyle hareket ettiklerini sandılar. Kavanozun içinde debelenirken sıvının neden zaman zaman bulanıklaştığını ya da neden bazen aniden berraklaştığını çözmeye çalıştılar. Fakat verili ortamın kim tarafından, ne amaçla düzenlendiğini asla tam olarak bilemediler.
Camdan bir duvarın ardında bulanık bir sıvıyla dolu devasa bir kavanoz. İçinde, kimliğini yitirmiş ve dışarıdan sayısız göz tarafından izlenen bir varlık süzülüyor. Varlık, kendi meşruiyetinden şüpheli ve varoluş nedenine yabancı, çünkü sınırlarını tam olarak bilemiyor. Kavanozun yüzeyine dokununca karşısında beliren yansıma, bir yanılsama mı, yoksa gerçekten var mı? Belki de sadece bir deneyin parçası.
Türkiye de adeta böylesi bir kavanozun içinde yaşıyor. Dışarıdakiler, içerde olup biteni kaydediyor, inceliyor ama asla dokunmuyor. İçeridekiler ise dışarıyı merak ediyor, oraya ulaşmaya çalışıyor, ancak her hamlede cama çarpıyor. Kimi zaman içerideki sıvının rengi değişiyor; bazen koyulaşıyor, bazen berraklaşıyor. Ama ne olursa olsun, kavanozun sınırları hep sabit.
***
Bir kavanozun içindeyseniz, dışarıdakilerin ne zaman müdahale edeceğini asla bilemezsiniz. Bazen sıvının içine yeni bir kimyasal eklenir, bazen tamamen değiştirilir, bazen de kapağın altından ince bir boru uzatılarak hava verilir. Ancak içeridekiler bütün bunları doğal bir düzenin parçası sanır. Zira sınırlarını göremeyen bir varlık içinde bulunduğu deneyi de kavrayamaz.
Türkiye’nin de kaderi böyle değil mi? Tarih boyunca sayısız müdahale gördü; sınırları çizildi, yönetim biçimi şekillendirildi, yönelimleri değiştirildi. Ama içeridekiler hep kendi iradeleriyle hareket ettiklerini sandılar. Kavanozun içinde debelenirken sıvının neden zaman zaman bulanıklaştığını ya da neden bazen aniden berraklaştığını çözmeye çalıştılar. Fakat verili ortamın kim tarafından, ne amaçla düzenlendiğini asla tam olarak bilemediler.
Zaman, kavanozun içinde dışarıdakinden farklı akar. Bir tür döngüsellik vardır; her şey değişiyor gibi görünür ama aslında değişen sadece görüntüdür. İçeridekiler geçmişle gelecek arasında sıkışır. Geriye dönüp bakınca hep aynı rüyayı görürler: Kapanmayan yaralar, tekrar eden tartışmalar, hiç bitmeyen kimlik savaşları, sürekli yazılıp bozulan hikâyeler…
Bu döngü, kavanozun içindeki sıvının, metafor olarak bu sıvının su olduğunu varsayalım, belirli zaman aralıklarıyla çalkalanması gibidir. Bir an sarsıntı olur, su dalgalanır, içeridekiler paniğe kapılır. Ama sonra her şey durulur ve yeniden bir durağanlık bir tür alışkanlık başlar. Suyun çalkantısından ders almak yerine, her yeni çalkantıda ilk kez oluyormuşçasına şaşırırlar. Oysa kavanozun içinde zaman, doğrusal değil döngüseldir.
Kavanozdaki ülkenin insanları dış dünyaya bakabilir ama asla ona dokunamaz. Dünya değişir, dönüşür, devrimler yaşanır, fikirler evrim geçirir ama içeridekiler bunları hep bir perde arkasından izler. Gerçekliğin ne olduğunu tartışırlar, ancak ellerini her uzattıklarında cama çarparlar.
Bu cam, bazen ideolojik duvarlarla, bazen sansürle, bazen ekonomik krizlerle, bazen de doğrudan, sadece iktidarın doğası nedeniyle var olur. İnsanlar özgür olduklarını düşünürken, aslında sadece kavanozun içinde hareket ederler. Sınırlarını sorgulamak yerine, içerideki yerlerini değiştirmekle meşguldürler.
Peki, kavanozun kapağı açılabilir mi? İçeridekilere bir çıkış yolu var mı?
Belki de en büyük yanılgı, kapağın dışarıdan açılacağını beklemektir. Oysa içeriden açılabilecek bir kapak varsa bile, bunu ancak kavanozdakiler keşfedebilir. Ancak bunun için önce suyun içindeki bulanıklığın farkına varmak, zamanın döngüselliğini kırmak ve camın ardındaki dünyaya gerçekten dokunmayı istemek gerekir.
Ve belki de en önemlisi, kavanozun bir kader olmadığını, sadece bir metafor olduğunu anlamakla başlar her şey.