İyilik, aptallık değildir. Naiflik, zayıflık değildir. Merhamet, çağ dışı bir nostalji değil, varoluşun derin kodudur. Ve bu kodu unuttukça, çürüyoruz. İçten içe. Sessizce. Parlak vitrinlerin ardında, aynalara bakamayan insanlara dönüşüyoruz. Ama hâlâ bir ihtimal var. Sessiz iyiler var. Gösterişsiz adalet arayıcıları, sokak aralarında büyüyen vicdan tohumları, en kuytuda ışık saçan insanlar… Ve onlar sayesinde dünya, henüz tam anlamıyla cehenneme dönmedi. İşte bu yüzden tekrar hatırlamak gerekiyor: İyilik iyidir. Her şeye rağmen. Her şeye karşı. Her şeye inat.
Uzun süredir izlemeyi ertelediğim 2023 yapımı “One Life” (Tek Hayat) filmini dün akşam izledim. Naif, içine kapanık, sesi derinlerden gelen bir adamın, sırf vicdanı sızladığı için 669 çocuğu Nazilerin pençesinden kurtardığı bir hikâye. Gerçek. Sahici. Mütevazı.
“One Life”, Anthony Hopkins’in derin ama bir o kadar da naif oyunculuğuyla hayat bulan, gerçek bir kahramanlık hikâyesi.
Film, II. Dünya Savaşı öncesinde İngiliz hümanist Nicholas Winton’ın 669 Yahudi çocuğunu Nazi soykırımından kurtarışını konu alıyor. Sessiz, gösterişsiz ama sarsıcı bir anlatımla ilerleyen yapım, bir insanın vicdanının nelere kadir olduğunu, bürokrasinin duvarlarına çarpmadan da dünyayı değiştirebileceğini gösteriyor. Hopkins’in canlandırdığı yaşlı Winton, geçmişiyle yüzleşirken, izleyiciye de “tek bir hayatın” ne kadar değerli olabileceğini hatırlatıyor. Gözyaşlarıyla yoğrulmuş bir zarafet dersi.
Sanki, iyiliğin hiç de afişe edilmeye ihtiyacı olmadığını haykırıyor o sessiz adam. Bir çocuğun elini şefkatle tutarken dünya kendi hızında dönmeye devam ediyor. Kamera yok. Müzik yok. Tören yok. Yalnızca insan kalmanın sorumluluğu var.
Şimdi başımı diğer yana çeviriyorum. Gazze’ye. Yemen’e. Ukrayna’ya. Sudan’a. Suriye’ye. Dahası Irak’ta, Afganistan’da, Ruanda’da, Bosna’da yaşananlar daha dün gibi. Rakamlar, başıboş kalmış ağıtlar gibi duvarlara çarpıyor: On binlerce çocuk… Ölmüş. Ezilmiş. Yakılmış. Yutulmuş. Ve bu trajedinin üzerine çadır kurmuş soytarıların ahlaktan, hukuktan, barıştan dem vurduğunu görüyorum. Göstermelik gözyaşları, montajlanmış insaniyet gösterileri, fiyakalı cümlelerin arasına saklanmış kibrin sızısı.
Değişen tek şey, teknolojinin sağladığı imkanlar sayesinde tek seferde daha fazla insan öldürebilme becerisi. İnsan hayatıyla oynamak, bilgisayar oyunu oynamak kadar kolay artık.
Televizyonlar maç anlatır gibi savaş analizi yapan üç beş işsizin, yeteneksiz tipin sohbet mekânı olmuş.
Ahlak, artık ahlaksızların ağzında caka satıyor. Vicdan, sesi çok çıkanların ellerinde reklama dönüşüyor. Adalet, köşeleri dönmek için kullanılan bir navigasyon gibi…
Herkes bir şey söylüyor. Herkes çok biliyor. Herkesin cümlelerinde barış var ama her birinin elinde kumanda, dilinde ayrıştırıcı ve ötekileştirici kelimeler. En tehlikelisi de bu belki: Zulmün artık kanıksanması, meşrulaştırılması, hatta estetize edilmesi. Parfüm reklamı gibi bir savaş. Dekor gibi bir ölüm. Sosyal medya logosu gibi bir mezar.
Unutturulmaya çalışılan bir gerçek var: Hepimiz geçiciyiz. Bu dünya kimsenin tapulu malı değil. Yüz yıl sonra çoğumuzu hatırlayan bir kişi bile kalmayacak – bazıları nefretle ve küfürle hatırlanmaya devam edecek o ayrı – ama mal mülk tutkusu, sonsuzluk sanrısı yaratmaya devam ediyor. Ve sanrılar, sadece delilerde olmaz; sistemli kötülüklerde de vardır.
Doğaya, hayvana, zayıfa, farklı olana, yani ötekine yapılan her zulüm, aslında kendi ruhumuza kazınan bir yara. Ama görmüyoruz. Görmek istemiyoruz. Çünkü görmek, sorumluluk yükler. Ve bu çağ, sorumluluk değil konfor istiyor.
Umut, artık vitrinlerde satılmıyor. Onu aramak için gözümüzü telefon ekranından kaldırmamız, kulaklarımızdaki gürültüyü kısmamız gerekiyor. Umut, belki de bugün hâlâ bir çocuğun elini tutan o isimsiz öğretmende, sokakta hasta bir hayvana su veren yaşlı kadında, hakkını savunmaktan yılmayan, direnen gençte, doğruları söylediği için hapiste olan siyasetçi ve gazetecide, tüm tehditlere rağmen yılmayan sanatçıda, adaleti savunduğu için aynı adalet sistemi tarafından tecrit edilen hukukçuda, emeğine ve vatanına onurla sarılan işçide, köylüde, memurda saklı.
Bizi kurtaracak olan büyük laflar değil. Tarih boyunca da öyle olmadı. Büyük laflar, çoğu zaman büyük yıkımların parçasıydı. Asıl olan, küçük ama sahici eylemlerde gizlidir. Çünkü gerçek iyilik, gösteri istemez. Kamera beklemez. Alkış ummaz. Gerçek iyilik, kendini görünmezliğe saklayan bir sessizliktir. Ama yankısı, yüzyıllar sürer.
Bu çağda “insan kalmak”, artık bir direniş biçimi. Karanlığın estetize edildiği, zulmün sistemleştirildiği, vicdanın algoritmalarla bastırıldığı bir çağda hâlâ kalbinin sesini dinlemek… İşte bu başlı başına bir başkaldırıdır.
İyilik, aptallık değildir. Naiflik, zayıflık değildir. Merhamet, çağ dışı bir nostalji değil, varoluşun derin kodudur. Ve bu kodu unuttukça, çürüyoruz. İçten içe. Sessizce. Parlak vitrinlerin ardında, aynalara bakamayan insanlara dönüşüyoruz.
Ama hâlâ bir ihtimal var. Sessiz iyiler var. Gösterişsiz adalet arayıcıları, sokak aralarında büyüyen vicdan tohumları, en kuytuda ışık saçan insanlar…
Ve onlar sayesinde dünya, henüz tam anlamıyla cehenneme dönmedi.
İşte bu yüzden tekrar hatırlamak gerekiyor:
İyilik iyidir.
Her şeye rağmen. Her şeye karşı. Her şeye inat.
İyi Pazarlar…