Dr. Alper Sezener’in “İyi Çalışmalar!” ya da Anlamsız Bir Ritüelin Güncesi” başlıklı denemesi, modern kurumsal dünyanın ve beyaz yaka kültürünün yüzeyselliğini, anlamsızlığını ve birey üzerindeki olumsuz etkilerini eleştirel bir gözle inceliyor. Yazar, kurumsal evrenin dışarıdan kusursuz görünse de aslında içi boş kelimeler ve gösteriş üzerine kurulu bir düzen olduğunu savunuyor. Bu sistemde liyakat yerine imajın, gerçek üretim yerine sunumun ve görünürlülüğün önem kazandığı vurgulanıyor. Çalışma, modern beyaz yaka kültürünü Michel Foucault’nun iktidar mekanizmalarının rafine bir hali olarak nitelendirirken, Jean Baudrillard’ın simulasyon teorisi ve Max Weber’in bürokrasi analizine de göndermeler yapıyor. Deneme, Albert Camus’nün Sisifos’una benzetilen beyaz yakalının yabancılaşmasını ve anlam arayışını sorgulayarak, bu sahte evreni teşhir etmenin ve gerçek değeri merkeze almanın önemine dikkat çekiyor. Metin, okuyuculara “The Corporation” belgeseli ve David Graeber’in “Tırışkadan İşler” (Bullshit Jobs) adlı kitabını önererek, kurumsal dünyanın eleştirel analizine katkıda bulunuyor.
Her sabah aynı e-postalarla başlar gün: “İyi çalışmalar.” Ne zaman içten olduğu bilinmeyen ama söylenmediğinde eksik sayılan bu dilek, artık bir selamdan çok bir kontrol aracı, bir onay işareti, bir sistem refleksidir. Bu ritüel, beyaz yakanın içinde yaşadığı ve zamanının asgari üçte birini geçirdiği kurumsal evreninin sessiz yeminidir sanki: çok çalışır gibi yapmak, kalabalık görünmek, ama anlamdan uzak kalmak. Bu yazı, işte o “iyi çalışmalar” evreninin içindeki görünmez yorgunlukları, içi boş kelimelerle kurulan yapay düzeni ve insanı yavaş yavaş silikleştiren sistematiği sorgulayan bir denemedir.
Kurumsal evrenin en tehlikeli yanı, görünürde kusursuzluğudur. Dışarıdan bakıldığında düzen, başarı, ilerleme ve “mükemmellik” vaadi vardır. Fakat bu camdan labirentin içine adım attığınızda, kelimelerin, kavramların ve sloganların gerçekte hiçbir yere açılmadığını fark edersiniz. “Kurumsal mükemmellik”, “stratejik yetenek yönetimi”, “sürdürülebilir liderlik” gibi süslü ifadeler, aslında dilin ölüme terk edilmiş halidir. Yani, anlamını kaybetmiş, sadece ezbere tekrar edilmek için var olan bir jargon mezarlığı…
Modern beyaz yaka kültürü, Michel Foucault’nun bahsettiği iktidar mekanizmalarının en rafine halidir. Denetim artık çıplak bir otoriteyle değil, kendini motive etmeye zorlanan bir zihnin içsel hapishanesiyle sağlanır. İnsan, “kendini geliştirme” kisvesi altında sonsuz bir performans döngüsüne mahkûm edilir.
Şirket jargonlarının kutsallaştırdığı ama gerçekte hiçbir anlamı olmayan kelimeler mezarlığı: çevik (agile), yalın (lean), akıllı (smart), yıkıcı (disrupt), yetenek yönetimi (talent management), 360 derece geri bildirim, operasyonel mükemmellik (operational excellence), geleceğe dayanıklı zihniyet (future-proof mindset) … Hepsi, liyakatsizlikle beslenen, halkla ilişkiler şişirmesi bir illüzyon yaratıyor. Performans göstergeleri, bireysel hedefler, ölçülebilir, ulaşılabilir, amaca uygun, zamanla sınırlı proje tasarımları, metrikler, standartlar… Hepsi bir tür dijital vicdan işlevi görür. Çalışan, sisteme teslim olmayı özgürlük zanneder.
Her ne kadar inkâr edilse de bu kozmosun özünde herkesin aşina olduğu bir sır vardır. Gerçek üretim, gerçek değer ve gerçek liyakat yoktur; yerini sunumların estetiği almıştır. Gösteri toplumu tam anlamıyla kurumsal yapılarda vücut bulur: önemli olan ne yaptığın değil, nasıl “göründüğündür.” Kim daha çok jargon, terim, kısaltma biliyorsa, kim daha iyi iş ilişkisi ve güçlü kurumsal bağ (network) kuruyorsa, kim kendini daha pazarlanabilir bir kimliğe dönüştürebiliyorsa, o kazanır. Yetkinlik yerini imaja, liyakat yerini stratejik konumlanmaya bırakır.
Asıl korkutucu olan şudur: Bu sistem kendi anlamsızlığını bile pazarlayacak kadar beceriklidir. Çalışanlara yüce bir amaç, dünyayı değiştirme yanılsaması verilir. Bir yandan ekranda şirketin “değerleri” kayar: etik, sürdürülebilirlik, yenilikçilik, çeşitlilik, kapsayıcılık, önce insan, sonra çevre, sonra üretim vesaire… Gerçekte içeriden bakınca, o değerlerin ardında, sürekli yer değiştiren, geçici, köksüz ve anlamını kaybetmiş bir iklim görürsünüz.
Kurumsal evren bir dil oyunudur. İçinde yaşayanlar kelimelerin sihrine kapıldıkça, somut gerçeklerden uzaklaşır. İnsan artık bir birey değil, bir kaynak (resource), bir değer (asset), yetenek havuzundaki bir veri noktasıdır.
Kurumsal evrenin en çarpıcı paradoksu şudur: Liyakatsizlik, sistemin kusuru değil; işleyişinin merkezidir. Yüzeyde meritokrasi, fırsat eşitliği ve şeffaflık vaadi vardır, ancak bunlar birer simülasyondur. Jean Baudrillard’ın dediği gibi, gerçeğin yerini göstergeler almıştır. Kurumsal dünyada yetkinlikten çok, yetkinliği temsil eden göstergeler önemlidir. Kimin hangi okulu bitirdiği, hangi projelerde adı geçtiği, hangi sunumda kaç sayfa hazırladığı… Bunlar gerçeğin kendisini değil, gerçeğin pazarlanabilir bir kopyasını üretir.
Bu yüzden liyakatsiz bir zihin, sistemde avantajlıdır. Çünkü sorgulamaz, itaat eder ve kendini yeniden üretmeye heveslidir. Kurumsal ritüellerin mantıksızlığı karşısında refleksif bir “uyum kabiliyeti” geliştirir. Yetenekli olan, derin düşünen ve hakikati arayan birey ise bu düzende fazlalıktır. Çünkü hakikat bu yapıyı tehdit eder; kurumsal evrenin varlığı, yüzeysel bir süreklilik üzerine inşa edilmiştir.
Sosyolojik olarak bu yapı, Max Weber’in bürokrasi analizinin postmodern varyantıdır. Eskinin hiyerarşik bürokrasisi artık esnek ve yatay görünümlü ama çok daha sinsi bir ağ yapısına dönüşmüştür. Hiyerarşi kalkmamış, aksine görünmezleşmiştir. Karar merkezleri daha opak, güç ilişkileri daha belirsizdir. Kurumsal demokrasi bir yanılsamadır; aslında iktidar dağılmış değil, daha da soyutlaşmıştır.
Ve işte bu soyutluk, liyakatsizliğin yükselmesine alan açar. Somut beceriler yerine algı yönetimi prim yapar. Üretimin niteliği değil, nasıl sunulduğu önem kazanır. Kimin kime yakın olduğu, kimin hangi iletişim ağına dahil olduğu, kimin hangi patronun sessiz onayını aldığı, liyakatin yerini alır. Bunu eleştiren çalışanlar ise “kurumsal kültüre ayak uyduramamakla” yaftalanır.
Bu liyakatsizlik ekonomisi, beyaz yaka insanın psikolojisini de dönüştürür. Güvensizlik kültürü hâkim olur. Kimse tam anlamıyla yerinin sağlam olduğundan, çabasının değer gördüğünden, gerçekte neye hizmet ettiğinden emin değildir. İnsan kendini, sürekli değişen belirsiz bir oyunun kurallarına uydurmaya çalışırken yavaş yavaş kimliğini yitirir.
Sistemin sürdürülebilirliği de zaten buradadır: Gerçek değer üretmeyen ama sürekli meşguliyet yaratan bir döngü. Bitmek bilmeyen toplantılar, asla tamamlanmayan revizyonlar, sürekli güncellenen süreçler. Zamanın özü tüketilir, geriye yalnızca zamanın simülasyonu kalır.
Kurumsal evrenin en derin yarası, bireyi kendi varoluşundan koparmasıdır. Bu dünyada insan artık bir özne değil, önceden tanımlanmış bir rolün içini dolduran nesneleşmiş bir birimdir. Çalışan, kendini ifade etmek yerine, kendini verimli hale getirmeye zorlanır; daha iyi performans göstermek, daha fazla “değer yaratmak”, daha pratik olmak… Ama kim için? Ne için? Sorular yasaktır. Çünkü bu sorular sistemin özündeki anlamsızlığı açığa çıkarır.
Marx’ın bahsettiği emek sürecinden yabancılaşma, beyaz yaka düzeninde daha rafine, daha soyut bir biçime bürünmüştür. Artık çalışan yalnızca emeğinden değil, zamanından, duygularından, hatta düşüncelerinden bile yabancılaşır. Sabahları kendisine ait olmayan bir kimliği kuşanır, akşamları ise yorgun bir kabuğa dönüşür. Gerçek benlik ile kurumsal rol arasındaki uçurum büyüdükçe insanın içindeki ses kısılır.
Bu sessizlik, bir tür kurumsal nihilizm yaratır. Dışarıdan bakıldığında sürekli hareket halinde bir dünya vardır: toplantılar, e-posta trafiği, son teslim tarihleri… Fakat içeride kocaman bir boşluk yankılanır. Çünkü hiçbir şey hakiki değildir; üretilen raporların, pazarlanan stratejilerin, paylaşılan vizyonların hepsi geçici, yüzeysel ve niteliksizdir. Gerçek bir amaç, derin bir anlam yoktur; sadece “varmış gibi” yapılır.
En trajik olanı, bu yabancılaşmanın kolektif bir norm haline gelmesidir. Çalışanlar, kendi içlerindeki boşluğu fark etmemek için daha çok “motivasyon”a, daha çok takım çalışması etkinliğine, daha çok uydurulmuş başarı hikayesine sarılır. Sistem, bu boşluğu doldurmak için yeni illüzyonlar üretmekte ustadır: “Daha iyi bir dünya yaratıyoruz”, “insan odaklı bir gelecek inşa ediyoruz”, “değerlerimizle fark yaratıyoruz”… Oysa tüm bunlar yalnızca illüzyondur.
Burada, Albert Camus’nün Sisifos’u gibi, her gün aynı taşı aynı dağın yamacına çıkaran milyonlarca beyaz yaka figürü görürüz. Aradaki tek fark, Sisifos’un trajedisinin çıplaklığıdır; kurumsal Sisifos ise trajedisini bile “başarı hikâyesi” diye anlatmak zorundadır.
Bu yabancılaşmadan çıkış mümkün mü? Belki de ilk adım, bu sahte evreni teşhir etmekten, kelimelerin arkasındaki boşluğu görmekten geçiyor. Gerçek değeri, gerçek üretimi ve insanı merkeze alan bir düzen tahayyül etmek, bu camdan labirenti kırmanın tek yoludur. Aksi halde, sistem kendi simülasyonlarını yeniden üretmeye devam eder ve insan yavaşça kendi suretinden silinir.
***
Bu noktada hem sinema hem edebiyat bize bir pusula uzatır. Yine bir film ve bir kitap önerisiyle yazıyı noktalayalım:
Şirket – “The Corporation” (Yön: Mark Achbar ve Jennifer Abbott,)
Bu belgesel, modern şirketlerin psikolojik profilini bir birey gibi ele alır ve onların aslında sosyopatik birer organizma gibi davrandığını gösterir. Belgeselin temel tezi, anonim şirketlerin (corporation) yasalar önünde “kişi” olarak kabul edilmesini sorgulamak ve eğer bir şirket kişi olsaydı, davranışlarının DSM (Amerikan Psikiyatri Birliği’nin tanı el kitabı) kriterlerine göre bir psikopata benzeyeceğini savunmaktır.
Filmdeki bazı anahtar konular, aşırı kâr artışlarının etik üzerindeki etkileri, çevre tahribatı, çocuk işçiliği ve ucuz emek sömürüsü, halkla ilişkiler ve algı yönetimi, kapitalizmin kurumsal yapılar üzerindeki biçimlendirici gücü…
Tırışkadan İşler (David Graeber, “Bullshit Jobs”, 2018)
Graeber, modern ekonomideki milyonlarca “işin” aslında tamamen anlamsız olduğunu, bu anlamsızlığın ise bir iktidar ve kontrol mekanizması olarak nasıl işlediğini anlatır. Kitap, kurumsal evrenin gerçek yaşamın kodlarını nasıl eğip büktüğünü ve yönlendirdiğini berrak bir şekilde anlatır. Kitaptaki belki de en önemli hatırlatma şu: Hakikat, sisteme itaat ederek değil; kendi değerini yeniden inşa ederek bulunur.
İyi Pazarlar…