Dr. Alper Sezener
Dr. Alper Sezener

İki film: Geçmiş ve Hafıza

featured

Tarih, sadece arşivlerde değil, sanatın içinde de yaşar. Sinema, bazen resmi tarihin suskunluk duvarlarını aşarak, unutturulmaya çalışılan hakikatleri hatırlatma gücüne sahip olur. İki film de bu görevi fazlasıyla yerine getiriyor.  İki film de sadece bir aile dramını değil; kolektif hafızanın, adalet arayışının ve insan ruhunun sarsılmaz direncinin birer ifadesi. Diktatörlükler insanları susturabilir, ancak sanatın tanıklığını engelleyemez. Çünkü sanat, en baskıcı dönemlerde bile, hakikatin fısıltısını taşır.  Ve fısıltılar, bir gün mutlaka haykırışa dönüşür.

Tarih, bize bir ayna tutar; ama çoğu zaman bu aynaya bakmaya cesaret edemeyiz. Diktatörlükler ve baskıcı rejimler, insanlık hikâyesinin en karanlık sayfalarını doldurur: Kendilerini devletin ve milletin yegâne koruyucusu ilan ederken, yarattıkları “düşmanlarla” mücadele bahanesiyle aydınları susturmuş, halkları ezmiş, ülkeleri yağmalamış, medeniyeti yaralamışlardır. Daha da acı olan, bu yıkımın büyük bir sessizlik korosu eşliğinde gerçekleşmiş olmasıdır. Biat edenler, çıkar için susanlar, korkudan ya da çaresizlikten sesini çıkarmayanlar…  

Peki, bu döngü neden bitmez? 

Her baskıcı rejim, bir düşman icat eder. Bu düşman bazen bir komşu ülke, bazen bir ideoloji, bazen de kendi halkından bir kesim olur. Amaç bellidir: korkuyu diri tutmak, kontrolü sağlamak. “Biz olmazsak kaos olur” derler, oysa kaosun bizzat kendileri olduğunu gizlerler. Ellerindeki güçle zenginleşirken, milletin alın terini sömürürler; şehirler harabeye döner, kültürler unutulur, insanlık onuru çiğnenir. Ve ne yazık ki, bu tiyatroya seyirci kalanlar çoğunluktadır. 

Sessizlik, diktatörlüğün en büyük müttefikidir. İnsanlar sustukça, baskıcı rejimler büyür; korku yayıldıkça, zincirler ağırlaşır. Ama tarih bize şunu da gösterir: Bu zincirler, birilerinin cesaretle “Hayır” dediği anda çatlamaya başlar. O “hayır” bazen bir meydanda yankılanır, bazen bir kalemin ucunda hayat bulur, bazen de bir annenin feryadında gizlidir.  

Özgürlük, sessizliğin kırıldığı yerde filizlenir. 

*** 

Bahsedeceğim ilk film, 2025 Oscar Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Film ödülünü kazanan Brezilya yapımı “I’m Still Here” (Hâlâ Buradayım). Film, yalnızca bir ailenin trajedisine değil, baskıcı rejimlerin toplumsal hafıza üzerindeki yıkıcı etkilerine de ışık tutan sarsıcı bir yapım. Walter Salles’in yönetmenliğinde hayat bulan bu eser, Brezilya’nın askeri diktatörlük dönemine odaklanırken, aynı zamanda evrensel bir hakikat mücadelesini de gözler önüne seriyor. 

Film, 1971 yılında Rio de Janeiro’da, askeri rejimin gölgesinde yaşamaya çalışan Paiva ailesinin gerçek hikâyesini anlatıyor. Eski milletvekili Rubens Paiva’nın aniden gözaltına alınması ve ardından izinin kaybolması, ailesini belirsizlik ve acının içine sürüklüyor. Eşi Eunice ve beş çocuğu, bir yandan onun akıbetini öğrenmeye çalışırken, diğer yandan sistemin yarattığı korku atmosferinde hayatta kalmaya çabalıyor. Film, bu direnişin hikâyesini anlatırken, bir yandan da unutturulmak istenen geçmişle yüzleşmenin kaçınılmazlığına vurgu yapıyor. 

Salles’in kamerası, baskıcı rejimin bireylerin yaşamına ağır bir sis tabakası gibi çöküşünü derin bir sakinlikle betimliyor: Sessizlik, gölgeler, boş sandalyeler, duvarda asılı kalmış bir gömlek… Kaybolan insanların varlıkları kadar yoklukları da bir anlatı unsuru haline geliyor.  

Film, faşizmin en sinsi yöntemlerinden birini; yani kaybetmeyi, unutturmayı ve sessizliği eleştirirken, Eunice’in mücadele eden bedeninde hafızanın direnişini yeniden inşa ediyor. 

Yıllar sonra Borges’in şu sözlerini yeniden hatırlıyoruz: “Unutmak, bir tür affetmektir. Ama biz unutmayacağız.”  

Film, tam da bu fikri temel alarak ilerliyor. Film, yalnızca bir dönemin değil, tüm dünyada otoriter rejimlerin kurban ettiği insanların hikâyesine gönderme yapıyor. 

Türkiye’den Şili’ye, Arjantin’den Kamboçya’ya, Güney Kore’den Yunanistan’a kadar birçok toplum, benzer travmaları yaşadı. Kayıpların akıbetini arayan anneler, yıllarca süren belirsizlikler, devlete karşı açılan davalar, kanıtlanamayan suçlar…  

Bütün bunlar, adaletin yalnızca “kanunlar” ile değil, hafızayla da sağlanabileceğini gösteriyor. Salles’in filminde, Eunice’in her anı, hafızanın unutturmaya karşı direnişinin bir parçasına dönüşüyor. 

*** 

Bahsedeceğim diğer film,The Seed of the Sacred Fig” (Kutsal İncirin Tohumu), İranlı yönetmen Mohammad Rasoulof tarafından yönetilen, İran rejimine sert eleştiriler getiren bir yapım.  

Film, Mahsa Amini’nin ölümüyle başlayan “Kadın, Yaşam, Özgürlük” hareketinin gölgesinde geçiyor ve baskıcı bir rejimin birey ve toplum üstündeki etkisini bir aile merkezinde gözler önüne seriyor. 

Başkahraman İman, Tahran Devrim Mahkemesi’nde yeni atanmış bir sorgu müfettişi. İlk başta bu yükselişiyle ailesine daha iyi bir hayat sunabileceğini düşünür. Ancak zamanla, emirleri sorgulamadan idam cezalarını onaylaması gerektiğini fark eder. Bu, onun ahlaki değerleriyle devletin talepleri arasında sıkışıp kalmasına neden olur. 

Bu süreçte, eşi Nece ve kızları Rezvan ile Sana, ülkede süregelen protestolardan etkilenirler. İman’ın evindeki baskıcı tavrı, dış dünyada devletin vatandaşlarına uyguladığı baskının bir yansımasıdır. Ancak işler İman’ın tabancasının kaybolmasıyla daha da karmaşık bir hâl alır. İman, ailesine güvenini yitirir ve paranoya dolu bir ruh hâline sürüklenir. 

Filmin en önemli anlatı öğelerinden biri, ev içindeki otoriter düzenin, devletin baskıcı yapısını simgelemesidir. Yönetmen Rasoulof, bir yandan İran’ın totaliter sistemini eleştirirken, diğer yandan otoriter rejimlerin bireyin ruh hâlinde ve aile yapısında nasıl derin yaralar açtığını gözler önüne seriyor. 

*** 

Tarih, sadece arşivlerde değil, sanatın içinde de yaşar. Sinema, bazen resmi tarihin suskunluk duvarlarını aşarak, unutturulmaya çalışılan hakikatleri hatırlatma gücüne sahip olur. İki film de bu görevi fazlasıyla yerine getiriyor. 

İki film de sadece bir aile dramını değil; kolektif hafızanın, adalet arayışının ve insan ruhunun sarsılmaz direncinin birer ifadesi. Diktatörlükler insanları susturabilir, ancak sanatın tanıklığını engelleyemez. Çünkü sanat, en baskıcı dönemlerde bile, hakikatin fısıltısını taşır. 

Ve fısıltılar, bir gün mutlaka haykırışa dönüşür. 

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!