Dr. Alper Sezener
Dr. Alper Sezener

Hipergerçeklik Çağında Anlam Arayışı

featured

Günümüzde gerçeklik kavramı giderek muğlaklaşıyor. Deneyimlerimiz medya ve teknoloji tarafından şekillendiriliyor. Bu durum, özellikle kent yaşamında insanın anlam arayışını zorlaştırıyor. Çünkü artık “gerçek” ile “sahte” arasındaki çizgi bulanıklaşıyor, değerler ve idealler anlamsızlaşıyor. İnsan, kendi varoluşunu önce bir veri akışı, sonra bir ekran yansıması olarak deneyimlemeye başlıyor. Hipergerçeklik çağında simülasyon, gerçekliğin yerini alıyor. Bu da kent yaşamında, bireyin dünyayı anlama ve kendini dünyaya yerleştirme çabasını iyice çıkmaza sokuyor.

New York… Londra… Moskova… Tokyo… İstanbul… ve diğerleri…

Parıltılı gökdelenlerin, devasa reklam panolarının, sonsuz koşuşturmacaların şehirleri. Ama aynı zamanda, insanların farkında bile olmadan içine tıkıldığı görünmez duvarların da şehri her biri.

Bugün şehirler devasa birer hapishaneye dönüşmüş durumda. Gökdelenler, sadece göğe uzanan yapılar değil, aynı zamanda insanların yaşam alanlarını dikeyleştirerek onları sıkışmışlığa mahkûm eden duvarlar. Reklam panoları, neon ışıkları ve bitmeyen tüketim çağrıları, bireyin kendi sesini duymasını engelleyen bir tür beyaz gürültü yaratıyor. Bu sistem, insanları sadece fiziksel değil, zihinsel olarak da tutsak ediyor.

Kapitalizmin vaadi özgürlüktü. Seçme özgürlüğü, hareket özgürlüğü, bireysel ifade özgürlüğü… Ama pratikte, tüketim kültürünün esiri haline gelen birey, hangi markayı tercih edeceğine karar verirken bile özgür olmadığını fark etmiyor. Seçenekler, onun yerine çoktan belirlenmiş. Kent, özgürlük yerine bir tür modern angarya dayatıyor: Çalış, kazan, tüket, tekrarla.

İçine hapsolduğumuz bu sistem bir “toplama kampı” gibi işliyor. Ancak burada gardiyanlar, üniformalı askerler değil; muğlak kanunlar, düşünce ve ifadeyi kontrol altına alan algoritmalar, banka kredileri, konfor yanılsamaları, ekranlara hapsolmuş zihinler… Dışarıdan bakıldığında ışıl ışıl görünen bu yeni çağ hapishanesi, aslında insana en büyük şeyi unutturuyor: Kendi varoluşunu.

Peki, kaçış var mı?  İçinde yaşadığımız bu beton çölünde, gerçek anlamda özgürleşmek mümkün mü? Yoksa biz, sadece birer “lüks mahkûm” muyuz?

***

Günümüzde gerçeklik kavramı giderek muğlaklaşıyor. Deneyimlerimiz medya ve teknoloji tarafından şekillendiriliyor. Bu durum, özellikle kent yaşamında insanın anlam arayışını zorlaştırıyor. Çünkü artık “gerçek” ile “sahte” arasındaki çizgi bulanıklaşıyor, değerler ve idealler anlamsızlaşıyor. İnsan, kendi varoluşunu önce bir veri akışı, sonra bir ekran yansıması olarak deneyimlemeye başlıyor. Hipergerçeklik çağında simülasyon, gerçekliğin yerini alıyor. Bu da kent yaşamında, bireyin dünyayı anlama ve kendini dünyaya yerleştirme çabasını iyice çıkmaza sokuyor.

Tam da bu bağlamda Fransız yönetmen Louis Malle’in yönettiği 1981 yapımı “My Dinner with Andre” (Andre ile Akşam Yemeği) adlı film, neredeyse dış dünyadan soyutlanmış bir masa başı sohbetiyle gerçeklik algımızı sorgulayan sade ama derinlikli bir sinema deneyimi sunuyor.

Filmin iki karakteri, Andre ve Wallace, New York’un göbeğinde bir restoranda karşılıklı oturup konuşuyorlar. Fakat bu konuşma, sıradan bir yemek sohbetinden çok daha fazlasıdır: Teknolojinin, modern yaşamın, gündelik rutinin, hatta tiyatronun ve insanın “gerçek” bir yaşam sürme kapasitesinin tartışıldığı bir düşünce yolculuğudur.

Andre, yaşadığı sıra dışı deneyimleri anlatırken, sistemin dışına çıkmanın, “gerçek” hayatı hissedebilmenin yollarını arıyor. Wallace ise modern dünyanın alışkanlıklarını, konforunu ve normalliğini savunuyor. İki karakterin karşıtlığı, bugünün insanının içinde bulunduğu ikilemi temsil ediyor: Konfor mu, hakikat mi? Rutin mi, keşif mi? Simülasyon mu, deneyim mi?

Belki de bu soruların kendisi bile artık nostaljik bir arayışın kalıntısıdır. Çünkü içinde yaşadığımız dünyada, gerçeklik artık tüketilen bir içerik haline geldi. Deneyim, hissetmekten çok paylaşmak üzerine kurulu. Bir şeyin olup olmaması değil, fotoğraflanıp paylaşılması önemli hale geldi. Dolayısıyla kent, artık sadece yaşanılan bir mekân değil; yeniden inşa edilen, simgelerle ve vitrinlerle örülü bir tiyatro sahnesine dönüştü. Ve tıpkı Andre’nin anlattığı gibi, bu sahnede roller ezberlenmiş, tepkiler önceden belirlenmiş, duygular simüle edilmiş durumda.

Andre, film boyunca yaşadığı deneyimleri anlatırken aslında modern insanın içine düştüğü bu kurgusal yaşamı deşifre ediyor. Tibet’te geçirdiği zamanlar, Polonya’daki deneyimleri, çamurun içinde yerde yatarak doğayla bağ kurduğu anlar… Bunların her biri, teknolojiden, konfordan, sistematik düzenden kaçışın sembolüdür. Andre için “yaşamak”, zihinsel ve bedensel bir uyanışla mümkün olabilir; sistemin dışında, öngörülemeyen bir karşılaşmayla, planlanmamış bir temasla

Wallace ise daha tanıdıktır bize. Onun temsil ettiği figür, alışkanlıkların güvenli limanında yaşamaya çalışan, fazla sorgulamadan gününü geçiren, kahvesini demleyip gazetesini okuyan modern bireydir. Bir yanımız Wallace’tır; çünkü gerçekliğin yerini belirsizliğin aldığı bir dünyada, biz de hayatta kalmak için rutinlere sarılıyoruz. Ama bir yanımız da Andre olmak istiyor; sıradanlıktan kaçmak, tüm bu sahte gerçekliğin perdesini yırtmak, yeni bir varoluş alanı bulmak…

Bu karşıtlık aslında bir çatışma değil, bir davettir. Film, izleyiciyi bir karar vermeye zorlamıyor. Aksine, o çelişkiyle baş başa bırakmayı tercih ediyor. Tıpkı günümüz kentlisinin, her sabah gözlerini açtığında yaşadığı içsel sarsıntı gibi: Bu hayat gerçekten benim hayatım mı? Yoksa ben de sadece bana sunulmuş bir senaryoyu mı oynuyorum?

My Dinner with Andre, zamanın akışını yavaşlatıyor. Dış dünyadaki kaosu durdurup bizi iç dünyamızla yüzleşmeye çağırıyor. Belki de bu yüzden hâlâ bu kadar güçlü bir anlatımı var; çünkü bugün, algoritmaların egemen olduğu bir çağda, iki insanın sadece konuşarak varoluşu tartışması tam anlamıyla bir meydan okuma…

Film boyunca izleyiciye adeta şu sorular fısıldanıyor: Gerçek bir deneyim nedir? Modern yaşamın sunduğu kolaylıklar, bizi canlı kılmak yerine uyuşturuyor olabilir mi? Biz gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa sadece programlanmış bir yaşamı tekrarlıyor muyuz?

Film, bugünün kentli insanının yaşadığı anlam kriziyle birebir örtüşen bir iç hesaplaşmayı sinemaya taşıyor. Tıpkı günümüz insanının teknolojiyle çevrelenmiş, yapay zekâ algoritmaları tarafından yönlendirilen, sosyal medya filtreleriyle bezeli hayatı gibi, film de izleyiciyi görünmeyen bir aynanın karşısına koyuyor. Gerçeği nerede aramalı? Ve daha önemlisi: Gerçeği aramak -tüm olan bitene rağmen- anlamlı mı?

Üstüne düşünelim…

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!