Her şeyin “iyi hissetmek” üzerine kurgulandığı bir kültürde, kötülüğe yer yok. Ama kötülüğe yer vermeyen bir dünya, onu beslemeye devam eder. Adorno’nun dediği gibi, “yanlış hayat doğru yaşanmaz.” Acının estetikleştirildiği, gerçekliğin parodileştirildiği bir çağda; iyimserlik, çoğu zaman hakikatin katilidir. Çünkü bazı anlarda yas tutmak bir görev, öfke duymak bir bilinç, acıya dokunmak bir değerdir. Kısacası: gülümsemenin ideolojisi, acının üzerine serilmiş bir tül. İnce, şeffaf ama örtücü. Ve bu örtünün altında, insan hâlâ kulübesinde düşünür. Ama bu kez yalnız, sessiz ve görünmez.
Andy Warhol’un meşhur sözü, “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak,” bugün belki de hiç olmadığı kadar gerçek. Warhol’un bu öngörüsü bir zamanlar sadece sanat çevrelerinde alaycı bir şaka gibiydi; şimdi ise gündelik gerçekliğin ta kendisi. Onun bu ifadesi, yalnızca şöhretin demokratikleşmesini değil, aynı zamanda onun anlamsızlaşmasını da öngörüyordu. Öngörüsü tamamen gerçekleşti: Dijital çağ, bireyi sahneye çıkardı ama bu sahne, bir varoluş alanı olmaktan çok, kişiliğin erozyona uğradığı, değersizleştiği ve hızla tüketildiği bir panayır yerine dönüştü.
Sosyal medya, bireyin kendini ifade etme aracı olarak sunulsa da gerçekte bir teşhircilik ekonomisine dönüşmüş durumda. Sistem, görünür olanı ödüllendiriyor; algoritmalar yalnızca çok göstereni, çok bağıranı ön plana çıkarıyor. Bu da kamusal alanın, içerikten çok biçime teslim olmasına yol açıyor. İnsanlar artık yalnızca yaşadıkları anları değil, mahremiyetlerini, duygularını, ilişkilerini ve hatta acılarını bile tüketime sunuyorlar. Beğeni almak, var olmakla eşdeğer hale gelmiş durumda.
Kendini göstermeyen, başkaları tarafından görülmeyen, duyulmayan, görünmeyen bir insan, sistem tarafından neredeyse yok sayılıyor. Görünmezlik, artık bir kayboluş biçimi olarak kodlanıyor. Bu yüzden herkes daha fazla bağırıyor, daha çok ifşa ediyor, daha çok tüketiyor ve kendini daha fazla sergiliyor.
Jean Baudrillard, içinde yaşadığımız bu dünyayı “simülasyon evreni” olarak tanımlar. Artık gerçek ile kurmaca arasındaki sınır öylesine bulanıklaştı ki, çoğu insan kendi hayatını bile bir senaryo gibi yaşamaya başladı. Sosyal medyada mutlulukla poz veren çoğu insanın gerçekte depresyonda olması, sosyal ilişkilerin giderek daha fazla gösteri unsuru haline gelmesi, gündemin skandallar ve yüzeysel tartışmalar üzerinden şekillenmesi… Tüm bunlar, Baudrillard’ın bahsettiği hipergerçeklik içinde yaşadığımızın kanıtı. Artık önemli olan bir şeyin gerçek olup olmaması değil, onun nasıl sunulduğu ve ne kadar ilgi çektiği.
Zygmunt Bauman, modern insanın “akışkan kimlikler” içinde eridiğini söyler. Dijital çağda bu akışkanlık bir çöküşe dönüşmüş durumda. İnsanlar sürekli olarak yeni bir kimlik deniyor, yeni bir akımın parçası oluyor, sürekli değişiyor ama aslında hiçbir zaman kendileri olamıyor. Çünkü karakter dediğimiz şey, anlık tepkiler, trendler ve gündeme göre şekillenen bir şey değil; derinlik, tutarlılık ve değerlerle inşa edilen bir yapıdır. Ancak günümüz toplumunda değerler, hızlı tüketilen içeriklerin gölgesinde kaybolmuş durumda.
Bütün bunların en büyük yan etkisi ise bilgi kirliliği ile damıtılmış, eksik ya da yanlı bir kurumsal ideoloji ile pekiştirilmiş fikirler yoluyla insanı insan yapan değerleri parçalayan cehaletin yükselişi.
Artık bilgi ya da değer değil, görünürlük ve sahip olma önemli. Artık her mecrada en çok takipçiye sahip olmak, en yüksek sesi çıkarmak, en büyük tartışmayı yaratmak; bilginin, entelektüel birikimin ve derin düşüncenin önüne geçmiş durumda. İnsanlar, bilmedikleri konular hakkında ahkâm kesiyor, yanlış bilgiler hızla yayılıyor, manipülasyon sıradan bir şey haline geliyor. Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı, artık yalnızca siyasî ya da etik meseleler için değil, bilginin yozlaşması, cehaletin yüceltilmesi için de geçerli. Artık hakikatle bağ kurmayan fikirler bile yeterince görünürse doğru sayılıyor. Bilgisizlik, ya da bir tür inanca dayalı değer atfetme yalnızca bir eksiklik olmaktan çıktı, bir güç gösterisine dönüştü.
Özellikle, sosyal medya, bizi daha özgür kılmak yerine, daha bağımlı hale getirdi. Beğeni ve takipçi sayıları üzerinden şekillenen bir öz-değer algısı, insanı içsel bir tatminsizliğe ve sürekli onay arayışına mahkûm etti. Warhol’un 15 dakikalık şöhreti, bugün herkesin hayatının merkezine yerleşti.
Görünürlüğün şiddeti karşısında, sesimizi değil, derinliğimizi kaybediyoruz. Ve belki de karakter dediğimiz şey, artık yalnızca ekran ışığında silik bir gölge.
***
Ludwig Feuerbach bir zamanlar şöyle demişti: “İnsan sarayda başka, kulübede başka düşünür.” Bu cümle, yalnızca maddi koşulların düşünsel dünyamız üzerindeki etkisini değil, aynı zamanda hakikatle aramıza çekilen sınıfsal perdeleri de ifşa eder. Bugün bu söz, ironik bir yankıyla günümüz toplumunun boşluklarında çınlıyor. Saraylar artık ekranlara taşındı, kulübeler algoritmalarla görünmez kılındı. Ama düşünceler hâlâ eşitsiz. Hâlâ birileri dünyaya cam tavanın üstünden bakıyor ve gördükleri, yalnızca kendi yansımaları.
Dünya yanıyor. Her coğrafyada ayrı bir yangın, her haber başlığında ayrı bir çığlık… Savaşlar birer istatistiğe dönüşmüş; çocuklar molozların altında kaybolurken yetişkinler ekran başında filtreden geçirilmiş mutluluk pozları veriyor. Kadınlar öldürülüyor, susturuluyor, görünmezleştiriliyor. Bazı efendiler ise çıkmış, erkekler de şiddete uğruyor ama, saçmalığıyla acıları eşitleme telaşında. Sanki, savaşları çıkaranlar kadınlar ve çocuklar bu dünyada…
Ekonomik krizler insanların yaşamlarını kuşatmışken, “hayat kısa, tadını çıkar” diyenlerin keyfi kaçmasın diye acı, mizahın içine eritiliyor. Tahammülsüzlük, nefret ve baskı normalleşiyor; ama bazıları hâlâ inadına “pozitif enerji” yaymaya çalışıyor. Oysa bazen gerçek, olumsuzdur. Ve acı çekmek, insan kalabilmenin son eylemidir.
Ne zaman sistemin yarattığı çelişkiler konuşulsa, birileri çıkıp “eğlence de lazım”, “hayatı çok ciddiye alma”, “sevelim sevilelim”, “her şey geçer” gibi steril ve sloganvari cümlelerle tartışmayı bastırıyor. Sanki trajediye karşı takınılacak tek tavır, onu küçümsemekmiş gibi. Ama bu tür iyimserlikler, umut değil illüzyon üretir. Çünkü gerçek mizah, yüzleşmekten doğar; gülümsemek, önce acının varlığını kabul etmeyi gerektirir. Oysa bugün karşımızda duran şey, yüzleşmek değil kaçmaktır. Bu aşırı iyimserlik hali, bir kaçış ideolojisine dönüşmüş durumda. Hissedilenin değil, hissettirilmek istenenin hüküm sürdüğü bir çağdayız.
Bu sözde pozitiflik, yalnızca kişisel huzurun değil, toplumsal uykunun da kapısını aralıyor. “Hayatı çok sorgulama, kendine zarar verirsin” uyarısı; aslında mevcut sistemin işine geliyor. Sorgulamayan insan, düzenin devamı için en makbul özneye dönüşüyor. Mizah bir zamanlar güçlü bir uyarıcıydı, şimdi ise sakinleştirici. Umut bir devinimdi, şimdi ise göz alıcı bir ambalaj. Gülümsemek bir direnişken, şimdi bir kaçış. “Hayat kısa” cümlesi, adalet talebinin üstünü örtmek için bir duvar haline geldi. Küçük bir azınlık, zenginlik ve ihtişam içinde yüzerken, “emanetçi” olmanın huzurunu yaşar; çoğunluk ise ilahi adaleti bekler. Oysa asıl sorun, hayatın kısalığı değil, eşitsizliğin sonsuzluğudur.
Her şeyin “iyi hissetmek” üzerine kurgulandığı bir kültürde, kötülüğe yer yok. Ama kötülüğe yer vermeyen bir dünya, onu beslemeye devam eder. Adorno’nun dediği gibi, “yanlış hayat doğru yaşanmaz.” Acının estetikleştirildiği, gerçekliğin parodileştirildiği bir çağda; iyimserlik, çoğu zaman hakikatin katilidir. Çünkü bazı anlarda yas tutmak bir görev, öfke duymak bir bilinç, acıya dokunmak bir değerdir.
Kısacası: gülümsemenin ideolojisi, acının üzerine serilmiş bir tül. İnce, şeffaf ama örtücü. Ve bu örtünün altında, insan hâlâ kulübesinde düşünür. Ama bu kez yalnız, sessiz ve görünmez.
Üstüne düşünelim…
Camus “Hayatın absürtlüğü içinde yine de başkaldır!” diyor.
Ben de başkaldırmadım, direkt dans ettim—bazen sistemle, bazen kendimle.
Çünkü bu saçmalığın içinde bile bir kahkaha, en büyük isyandır.
Kierkegaard Adonsoya fısıldadı “O hayatı sen mi seçtin yoksa sana mı verildi?”
Ben sistemin içinde kaybolmadım, kendimle boğuşarak yönümü çizdim.
Yanlışsa da benim yanlışım; en azından başkalarının doğrusunu oynamıyorum.
“Kodak’la gülümseyin hayata,” dediler. Gülümsedik. Ama acı kadrajdan çıkmadı. Suçumuz okdu. Gülümseme artık bir his değil, sistemin filtrelediği bir komut.
O tül gibi şeffaf mutluluk, aslında ideolojinin en ince örtüsü—ışığı geçirir ama gerçeği değil.
Ve o kulübedeki düşünür? Hâlâ orada… ama bu kez poz verirken görünmez kalmayı öğrenmiş.