Dr. Alper Sezener’in yazısı, sistemin tahrip ettiği hakikate ve yorgun düşürülen ruhlara karşı sanatın pasif bir kaçış değil, uyanık kalma ve yeni bir varoluş biçimi inşa etme eylemi olduğunu anlatıyor.
Bugün Pazar. Fakat, öyle ince belli bardaklarda çay ya da çiçekli fincanlarda kahve eşliğinde başlayan bir Pazar değil.
Biriken yorgunlukların, gecikmiş öfkelerin, susturulmuş soruların arasından düşünmeye vakit bulabilenlerin günü.
Çünkü düşünen insan, artık haftalık tatil yapmıyor; içsel mesaiye kalıyor.
Medyada haber başlıklarına göz gezdiriyorsun: Yine aynı ağız, yine aynı tehdit; bıkkınlık veren aynı palavralar. Yalakalıktan, cahillikten ve sığlıktan medet uman bir kalabalık.
Dün nefretle itiraz edilen her şey makyajlanmış, süslenmiş ve kabul edilir hale getirilmiş durumda. Tam bir toplumsal şizofreni hali.
Ve sen farkındasın artık: Sorun sadece ekonomi ya da siyaset değil, daha da karmaşık bir biçimde hakikatin sistemli bir şekilde tahrip edilmesi, yapı bozumuna uğratılması.
Fakat bu farkındalık da başlı başına yorucu.
Zira sürekli uyanık kalmak, sürekli görmeye devam etmek sanılanın aksine bir meziyet değil, bir lanet aynı zamanda.
Sosyal medyada binlerce kişi “kaçmak istiyorum,” diyor ama kaçacak yer kaldı mı? Hiçlik kontenjanı da doldu artık.
Kaçış değil, yeni bir varoluş biçimi gerekiyor. Yavaşlıkta direnen bir akıl, nezakette ısrar eden bir kalp. Küfürsüz ama net; sessiz ama kararlı.
Pazarları, gündemden kaçarak değil, alternatif bir ruh hali inşa ederek, onun dışına çıkarak yaşamak lazım.
Sistem bizi tüketmeye çalışıyor, ama biz hâlâ kitap okuyarak, film izleyerek, düşünerek, sevdiklerimizle daha kaliteli vakit geçirerek insan kalmanın inadını sürdürebiliriz.
Yani, hayır. Biz tükenmedik. Sadece başkasının yazdığı karanlık senaryodan çıkmak üzereyiz.
***
İnternet yaygınlaşmadan önceki belirli bir dönemde kitaplar karanlıktan kaçıştı. Bir mum, gaz lambası ya da aydınlatma mekanizması gibiydi.
Zamanla okumanın tahtını daha pasif bir zihinsel faaliyet olan “izleme” ele geçirdi. Sinema bunu sanatsal kalıplar içerisinde kalarak dönüştürme mücadelesi verirken, televizyon, bilgisayar ve internet devamında sosyal medya paralel gerçeklikler inşa ederek aklı devreden çıkarıp insan davrwnışlarını algoritmalara indirgedi. Böylece karanlık büyümeye devam etti.
Belki şimdi, tekrar hatırlamamız gereken şey, sanatın pasif bir teselli, romantik bir düşünce, zihinsel bir konfor alanı olmadığı gerçeğidir.
Bir eylem biçimi olarak sanat, var olanı yeniden üretmekle kalmaz, var olmayanı da düşünmeye davet eder.
Ve bu çağda, işte tam da bu yüzden sanat tek başına tehlikelidir.
Hemen bir kitap önerisiyle devam edelim:
2018 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Polonyalı şair ve yazar Olga Tokarczuk’un “Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerine” isimli romanı.
Polonya’nın dağlık, ormanlık ve sisli bir sınır köyünde yaşayan eksantrik bir kadın: Janina Duszejko.
Janina, emekli bir mühendis, William Blake tutkunu bir astroloji delisi, aynı zamanda çevirmendir.
Toplumun “garip yaşlı kadın” olarak gördüğü bu karakter, aslında bastırılmış doğaya, zulme ve sistemik şiddete karşı bir başkaldırının taşıyıcısıdır.
Bir gün köyde erkekler teker teker esrarengiz şekilde ölmeye başlar. Avcılar, resmi görevliler, köyün erkek egemen temsilcileri…
Her ölümde çevredeki hayvanların izleri vardır.
Janina’nın teorisi nettir:
“Hayvanlar intikam alıyor.”
Polis ciddiye almaz; komşuları küçümser ama Janina, ölümün doğayla ilişkisini, yıldızların konumunu ve insanın yozlaşmış doğasını çözümleyen saplantılı bir takibe başlar.
Roman boyunca, adaletin ne olduğu, kimin adına konuşulduğu, sistemin kimleri koruduğu gibi sorular, mizah, gerilim ve şiirsellik eşliğinde sorgulanıyor.
Bu roman, sadece bir polisiye değil, adaletin aynı zamanda kişisel bir mesele olduğunu edebi bir başkaldırı.
Ve bir film:
İspanyol yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia’nın 2019 yılında vizyona giren eseri, “The Platform”.
Film, “Dikey Özyönetim Merkezi” adını taşıyan gizemli ve distopik bir hapishanede geçiyor. Her ay hücreler rastgele katlara taşınıyor ve ortadan aşağıya inen bir platformla yemek dağıtımı yapılıyor.
Platform önce üst kattakileri besliyor. Doğal olarak, alt katlara indikçe yemek kalmıyor ve açlık artıyor. Katlar yükselip alçalırken, insanların ahlaki sınırları ve hayatta kalma içgüdüsü test ediliyor.
Bir süre sonra biri çıkıyor ve diyor ki: “Herkes sadece ihtiyacı kadar alsa yeter.”
Bu bir öneri değil, aynı zamanda bir değişim çağrısı.
Film, izleyiciyi “aynı durumda sen olsaydın, nasıl davranırdın?” sorusunu yanıtlamaya davet ediyor.
Çünkü şu çok açık: Artık sanatı sadece “iyi hissettiren” şeylerden seçme dönemi bitti. Tek başına iyi duygular oluşturan değil, mevcut kötülükleri açıkça gösteren ve fikirleri, eylemleri dönüştüren ve bunu estetik bir biçimde sunabilen daha fazla uyarıcıya ihtiyaç var.
İnsanı sarsan, kurduğu düşünce düzenini bozan ve ardından yeni bir yapı inşa ettiren eserler…
Yani, bir kitapla başlayabilir her şey, bir filmle sarsılabilirsin ya da bir cümleyle içindeki potansiyeli harekete geçirebilirsin.
Yarın Pazartesi. Sistemin çarkları yeniden dönecek.
İyi Pazarlar…