Dr. Alper Sezener
Dr. Alper Sezener

Gökyüzüne Bakmanın Zamanı

featured

Makale, günümüz dünyasının çevresel sorunlarına ve toplumsal kayıtsızlığa eleştirel bir bakış sunmaktadır. Yazar, Don’t Look Up filmini bir metafor olarak kullanarak, bilimsel uyarıların medya ve siyaset tarafından nasıl görmezden gelindiğini vurgular. Orman yangınları, seller ve kuraklık gibi felaketlerin Netflix dizisi gibi izlendiği, tüketim odaklı bir yaşam tarzının sorunları derinleştirdiği belirtilir. Yazıda, çevresel yasaların ticari çıkarları koruması, bireylerin ise bireysel vicdana yüklenen sorumlulukla yetinmesi eleştirilirken, asıl çözümün konforla vedalaşarak topyekün bir dönüşüm olduğu savunulur.

Dün gece gökyüzüne bakmaya karar verdim. Ne yıldızlar vardı, ne umut. Duman vardı, pus vardı, bir de kesintisiz, yanmaya devam eden gündem. Bir şeylerin ters gittiğini hissetmek için bilim insanı olmaya gerek yoktu. Zaten bu çağda, bilim konuşanlar da film karakterine dönüştü.

2021 yapımı Don’t Look Up (Yukarı Bakma) filmini hatırlıyor musunuz? Leonardo DiCaprio ve Jennifer Lawrence’ın yaklaşmakta olan felaketi kamuoyuna duyurmak için adeta çırpındıkları o filmde, bir kuyruklu yıldız dünyaya çarpacaktı. Bilim insanları “Yok oluyoruz!” diye haykırırken, medya ve siyaset “Ama reytingler?” diyordu. Herkes, yukarı bakmak yerine ellerindeki telefon ekranlarına gömülmüştü. Filmde anlatılan kurgu değil, aslında bir yansımaydı; ekranlara mahkûm edilmiş bir uygarlığın çürüyen vicdanıydı.

Şimdi gökyüzüne bakınca henüz dünyaya çarpacak bir kuyruklu yıldız yok belki ama hepimizi yavaş yavaş umutsuzluğa sürükleyen birçok olay var. Ormanlar cayır cayır yanıyor, seller köyleri alıp götürüyor, toprak susuzluktan çatlıyor. Salgın hastalıklar şekil değiştiriyor. Dahası, dünyanın çeşitli bölgelerinde savaşlar yüzünden ölen çocukların, kaybolan insanların haberleri kimseyi heyecanlandırmıyor ve adaletsiz kaynak paylaşımı yüzünden temiz su ve gıda sıkıntısı çeken insanların sayısı her gün daha da artmaya devam ediyor.

Tıpkı bir felaket sonrası filminin başlangıç sahnesinde gibiyiz.

Gerçek şu: Dünya yavaş yavaş ölüyor olabilir. Sanılanın aksine bu ölüm, büyük bir patlama şeklinde gerçekleşmeyecek belki de. O mutlak felaket, sessiz bir şekilde, gündelik detaylara saklanarak gelecek. Plastik bir bardağın dibinden, israf edilmiş bir ekmekten, ya da klima serinliğinde unutulmuş bir yangın mevsiminden.

Yeni iklim anlaşmaları, çevre kanunları çıkıyor ama bunların ne kadar çevreyi ve toplumu gözeten etkili girişimler olduğu tartışmalı. Çünkü, kimse “tüketimi azaltalım,” demiyor. Herkes “daha yeşil tüketelim,” diyor.

Fakat, sorun şu: Tüketim hızı bu şekilde devam ederse dünya daha ne kadar süre “yeşil” kalabilir?

Tüketim toplumunun kendisi sistemin dönüşümünün önündeki en büyük engellerden biri. Düşünmek yerine satın alıyoruz, hissetmek yerine paylaşıyoruz. İnsan, artık insan değil: bir müşteri, bir izleyici, bir takipçi. Guy Debord’un yarım asır önce söylediği şey nihayet tam anlamıyla vücut buldu: “Gerçeklik yerini görüntüye bıraktı; olan, sadece gösterilenle sınırlı hale geldi.”

Ve bu gösteride, sahne ışıkları tüketimi aydınlatıyor.

Günde yedi bin reklam görüp, hâlâ “özgür seçim” yaptığımızı sanıyoruz. Yeni telefon, yeni kıyafet, “daha çevreci” ürünler… Hepsi aynı kurgunun farklı maskeleri. Bu yüzden plastik poşeti yasakladığımız gün, termoslarımızı sosyal medya fenomenlerinin önerdiği markalardan alıyoruz. “Sürdürülebilirlik” adı altında daha pahalı ve daha gösterişli şeylere yöneliyoruz. Yani sistemi düzeltmiyoruz, ona sadece yeni bir filtre ekliyoruz.

Küresel karbon salımının %70’inden dünya üzerinde on ülke ve yaklaşık yüz şirket sorumluyken, birey olarak bize düşen “duşta iki dakika az kalmak” oluyor. Sistem, kendi çöküşünü bireyin vicdanına yıkmakta ustalaşmış ve biz, bu tiyatroda başrol oynadığımızı sanırken, arka fonda çürüyen bir dünyanın seyircisi haline geliyoruz.

Savaşlar, yangınlar, seller, kuraklık… bunların hepsi artık bize Netflix dizisi gibi geliyor. İzliyoruz, üzülüyoruz, ama bir sonraki bölüme geçmek için elimiz hemen kumandaya gidiyor. Çünkü sistemin derin mesajı şu: Hisset ama harekete geçme. Farkında ol ama değiştirmeye çalışma. Tüket, şükret, suçluluk duyma ve unut.

İşte tam bu yüzden, gösteri devam ediyor.

Artık şu soruyu sormadan geçemiyoruz: “Bu düzeni kim sürdürüyor?”

Hükümetler mi? Şirketler mi? Zengin elitler mi?

Her gün biraz daha konfor uğruna bu sistemin çarkını çevirenler kim?

Ortada büyük bir ikiyüzlülük var; ama kolektif olduğu için kimse tek başına suçlu hissetmiyor. İşte sistemin dahiyane yanı bu: Herkes biraz suçluysa, kimse tam olarak suçlu değil.

Ancak dünya bu yükü artık taşıyamıyor. Toprak çatlıyor, su çekiliyor, gıda zinciri kırılıyor. Bugün “ucuz domates bulamıyoruz,” diye dert yandığımız şey, yarın “hiç domates yok,” gerçeğine dönüşecek. Ve bu sadece başlangıç. Kitlesel göçler, iklim savaşları, su üzerinden yürütülen diplomasi krizleri…
Gelecek, çoktan geldi. Biz hâlâ markette sıra bekliyoruz.

Peki çözüm ne?

Daha fazla tüketimi meşrulaştıran ve ticaret mekanizması merkezli iklim yasaları mı?

Kısmen işe yarasa da çoğu zaman vitrin olmaktan öteye geçemeyen yeşil ürünler mi?

Değerli olsa da yeterli olmayan bireysel bilinçlendirme mi?

Aslında kimsenin yanaşmadığı tek bir çözüm var: Konforla vedalaşmak.

Bu çağ ne yazık ki artık “daha fazla” çağı değil. Bu çağ, daha azla yaşamanın, daha azla düşünmenin ve daha azla üretmenin zamanı. Yani gerçek değişim, tarlada değil vitrinlerde kaybolan o çilekli su şişelerinde gizli. Yani mesele geri dönüşüm değil. Topyekûn bir yeniden dönüş.

Gökyüzüne bakmak için geç değil; ama artık bakmakla yetinmek de yeterli değil.

Üstüne düşünelim…

***

Yukarıya Bak filmini hâlâ izlemediyseniz, bu pazar akşamı ışıkları kapatıp izleyin. Filmin komedisi sizi kandırmasın; film, çağımızın en trajikomik örneklerinden biri. Bilimin sesini yükselttiği, sistemin onu susturduğu, insanların ise olan biten karşısında gözlerini kaçırdığı bir çağın anatomisi.

Filmin sonunda bir masa etrafında sessizce dua eden bir aile vardı. Dünya yok olurken aile üyeleri hâlâ birbirlerine tutunuyorlardı. Ama biz hâlâ marketteyiz. Hâlâ indirimi bekliyoruz. Hâlâ yukarı bakmamaya yemin etmiş gibiyiz.

Oysa gökyüzü yanıyor.

Ve belki de artık bakma zamanı geldi.

İyi Pazarlar…

***

Son olarak, Yeni İklim Yasası ve Maden Kanunu’nda Değişiklik Teklifi ile ilgili birkaç söz etmekte de fayda var.

Her ikisi de ticari kârı korumaya öncelik veriyor. Ne yazık ki tam anlamıyla insanı ve çevreyi gözetmiyor, gelecek nesillerin nefes alacağı bir yarını garanti altına almıyor.

Çevre ve toplum açısından oluşturulacak bu tür kanunlarda aşağıdakiler temel olmalı:

  • Uluslararası çevresel ve sosyal standartları takip eden bit yasal mevzuat, uygulama, raporlama ve denetleme sistemi kurulmalı.
  • Ormanlar, meralar, kıyılar “dokunulmaz ekolojik alan” ilan edilmeli.
  • Yöre insanının rızası olmadan hiçbir projeye izin verilmemeli (ILO 169 sözleşmesi bu konuda örnek).
  • Biyolojik çeşitliliği koruyan özel bir yasa çıkarılmalı.
  • “Gelecek kuşakların yaşam hakkı” açıkça tanımlanmalı.
  • Devletin karbon nötr olma yükümlülüğü anayasal güvenceye alınmalı ve aksi durumlarda şirketlere karşı uygulanacak yaptırımlar net olmalı.
  • Doğaya zarar veren projelerin fiilleri “anayasal suç” sayılmalı.

Sözün özü, doğayı sadece “kaynak” olarak görmek, onu tüketmenin önünü açar. Oysa doğa bir varlıktır. Hakkı vardır. Bu hak tanınmadan ne iklim adaletinden ne de sürdürülebilirlikten söz edilebilir.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.