Yeni dijital dönüşümün şöhretli aktörleri genellikle kendilerini ifade özgürlüğünün ve bireysel hakların savunucusu olarak lanse etseler de sahip oldukları güç ve teknoloji, merkeziyetçi ve otoriter bir dijital düzeni doğurabilir. Bu süreç, klasik anlamda bir devlet otoritesinden çok, teknoloji şirketleri tarafından yönetilen yeni bir dijital feodalizm düzenine evrilebilir.
Yirmi Birinci Yüzyıl, fiziksel sınırların ötesinde yeni bir sömürgecilik biçiminin ortaya çıkışına tanıklık ediyor: Dijital Manipülasyon. Artık topraklar değil, veriler fethediliyor; insanlar değil, algoritmalar kontrol ediliyor. Google, Meta, OpenAI, Deepseek ve benzeri teknoloji devleri, büyük veri setleri ve yapay zekâ algoritmaları aracılığıyla dünyayı yeniden şekillendiriyor. Bu yeni düzende, gözle görülmeyen fakat her an varlığı hissedilen bir tahakküm söz konusu.
Foucault’nun Panoptikon kavramı, modern dijital gözetim düzeni için biçilmiş kaftan. Artık hapishane kulelerinden değil, cep telefonlarımızdan ve sosyal medya hesaplarımızdan izleniyoruz. Google aramalarımız, beğenilerimiz, hatta klavyedeki tıklamalarımız bile büyük veri havuzlarında toplanıyor. Peki, bu veriler kimin elinde ve hangi amaçlarla kullanılıyor?
Algoritmalar tarafsız değil. Onları programlayan ellerin niyetleri, öncelikleri ve politik ajandaları algoritmaların karar mekanizmalarına işleniyor. Sosyal medya platformlarında hangi haberleri gördüğümüz, hangi gönderilerin viral hale geldiği ya da hangi içeriklerin görünmez kılındığı tamamen algoritmalara bağlı. Dijital kapitalizmin yeni düzeninde, bu mekanizmalar bıraktığımız her izle bizi birer tüketim öznesine dönüştürüyor.
Yapay zekâ, insanların yerine geçen bir efendi mi yoksa sadece kapitalist mekanizmanın yeni bir aracı mı? Sanat eserlerinden edebiyata, gazetecilikten akademiye kadar her alanda yapay zekâ kullanımı yaygınlaşıyor. Ancak bu sistemlerin öğrenme kaynakları yine bizim verilerimiz. Yani dijital dünyada sadece tüketmiyoruz; aynı zamanda bilincimiz, emeğimiz ve verilerimiz de sömürülüyor.
Peki, büyük veri ve algoritmaların tahakkümü altında yaşarken, bireysel ve toplumsal direniş mümkün mü? Kripto para ekosistemi, çok merkezli platformlar, açık kaynak yazılımlar ve dijital hak savunucuları, bu yeni sömürgecilik biçimine karşı bir mücadele yürütebilir mi? Yoksa dijital kolonizasyon, sessiz ve kaçınılmaz bir son mu?
Dijital düzene ayak uydururken aslında yitirdiğimiz şey sadece mahremiyetimiz değil, aynı zamanda özgür irademiz olabilir. Gözetim kapitalizmi, karar mekanizmalarımızı, tüketim alışkanlıklarımızı ve hatta düşünce biçimimizi şekillendirirken bizler de yeni düzenin sessiz nesneleri mi oluyoruz?
Dijital manipülasyon yoluyla inşa edilen yeni veri sömürgeciliğini sorgulamak, sadece teknolojik bir tartışma değil; aynı zamanda varoluşsal bir mesele.
Mark Zuckerberg’in Metaverse projesi veya Elon Musk’ın Neuralink gibi girişimleri, fiziksel dünyadan tamamen kopuk bir dijital evrenin temellerini atıyor. Bu tür projeler, bireylere yeni bir gerçeklik sunarken, aynı zamanda gerçek dünyadan kaçışı teşvik ederek politik ve toplumsal süreçlere katılımı azaltabilir. Sanal gerçeklik platformlarında içerik kontrolü ve düşünce yönlendirmesi, otoriter yönetimler için benzersiz fırsatlar yaratabilir.
Yeni dijital dönüşümün şöhretli aktörleri genellikle kendilerini ifade özgürlüğünün ve bireysel hakların savunucusu olarak lanse etseler de sahip oldukları güç ve teknoloji, merkeziyetçi ve otoriter bir dijital düzeni doğurabilir. Bu süreç, klasik anlamda bir devlet otoritesinden çok, teknoloji şirketleri tarafından yönetilen yeni bir dijital feodalizm düzenine evrilebilir.
***
Sonuç olarak, günümüzde sosyal medya hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Bilgiye erişimi kolaylaştırıyor, insanları birbirine bağlıyor ve eğlence sunuyor. Ancak, perde arkasında neler olup bittiğini gerçekten ciddi olarak düşünüyor muyuz?
2020 yapımı “Sosyal İkilem” (The Social Dilemma) belgeseli, tam da bu sorunun peşine düşerek, sosyal medyanın bireyler ve toplum üzerindeki etkilerini derinlemesine inceliyor.
Jeff Orlowski‘nin yönetmenliğini yaptığı bu belgesel, Facebook, Twitter, Instagram, YouTube ve Google gibi teknoloji devlerinin eski çalışanları, etik uzmanları ve araştırmacılarla yapılan röportajlarla destekleniyor. Bu kişiler, sosyal medyanın yalnızca bir iletişim aracı olmadığını, aynı zamanda bireylerin düşünce yapısını, davranışlarını ve hatta seçimlerini manipüle eden bir sistem olduğunu gözler önüne seriyor.
Belgesel, izleyicileri pasif bir tüketici olmaktan çıkararak sosyal medya kullanımını sorgulamaya ve daha bilinçli hale gelmeye teşvik ediyor.
Peki, çözüm ne?
Belgesel, teknoloji devlerinin daha etik bir yaklaşım benimsemesi, kullanıcıların bilinçlenmesi ve hükümetlerin düzenleyici politikalar geliştirmesi gerektiğini savunuyor.
Eğer dijital kolonizasyonun boyutlarını daha yakından gözlemlemek ve algoritmaların kararlarımızı nasıl manipüle ettiğini anlamak istiyorsanız, bu belgeseli mutlaka izlemelisiniz.