PKK’nın ya da onu besleyen üst aklın bugün ortaya koyduğu söylem; Lozan’ı bir “baskı ve asimilasyon metni”, Türkiye Cumhuriyeti’ni de “tekçi ve sömürgeci” bir yapı gibi göstermek üzerine kuruludur. Bu, sadece bir terör örgütünün ajandası değil, aynı zamanda Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) gibi küresel planların taşeronu olarak iş gören yapısal bir propagandadır.
Son günlerde, gündemi çalkalaya çalkalaya ortaya konulan barış soslu terörü aklama tiyatrosunu izliyoruz.
Yayınlanan bildiriler hangi taraftan yapılırsa yapılsın çöp hükmündedir.
Durumu net olarak özetleyelim:
Bir devleti, bir terör örgütüyle aynı düzleme çekip müzakere masasına oturtmak, sadece siyasal bir tercih değil, tarihsel bir rejim tasfiyesinin giriş kapısıdır. Bu, barış kılığına bürünmüş postmodern bir işgal biçimidir.
PKK’nın ya da onu besleyen üst aklın bugün ortaya koyduğu söylem; Lozan’ı bir “baskı ve asimilasyon metni”, Türkiye Cumhuriyeti’ni de “tekçi ve sömürgeci” bir yapı gibi göstermek üzerine kuruludur. Bu, sadece bir terör örgütünün ajandası değil, aynı zamanda Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) gibi küresel planların taşeronu olarak iş gören yapısal bir propagandadır.
Peki neyin hedefliyorlar?
- Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş zeminini gayrimeşru göstermek.
- Anayasayı “ulus-devletin baskı aracı” gibi sunmak.
- Lozan’ı revize ettirme baskısı yaratarak, yeni bir Sevr’in önünü açmak.
- Millet kavramını dağıtarak etnik parçalara bölünmüş bir mozaik dayatmak.
- Laiklik ve üniter yapıdan kopuşu, “barış ve hak” ambalajında sunmak.
Bütün bu adımlar, emperyal aklın ve onun sahadaki piyonlarının çok katmanlı oyunudur. Ve bu oyun, tarihsel belleği silip yerine yapay bir mağduriyet mitolojisi yerleştirerek toplumun meşru direncini kırmayı amaçlar.
Vahşi ve adi bir Terör örgütü olan PKK’nın metninde geçen her kelime; sadece ideolojik değil, jeopolitik bir mühendislik ürünüdür.
Bu dil, özünde asla “barış” demiyor; yeni bir “rejim” kurmaktan, yeni bir “anayasa” yazmaktan ve devletin halk nezdindeki otoritesini de itibarsızlaştırmaktan söz ediyor.
Özetlersek:
Bu bir barış değil, bu bir stratejik operasyonun dilidir. Ve bu dilin karşısına, sadece güvenlik politikalarıyla değil; kültürel, tarihsel ve siyasal bilinçle donanmış sağlam bir duruşla çıkmak gerekir.
İyi niyetli ahmaklar ve kötü niyetli hainler arasında kalan vatanımız büyük bir sınavdan daha geçiyor.
Hatırlamakta fayda var:
Vatanı sevmek marşla değil, duruşla olur.
Sadece sevmek yetmez; bedel ödemeyi, yalnız kalmayı her daim göze almayı, ama asla hainlerle kol kola girmemeyi gerektirir.
Vatanseverlik, Lozan’a sahip çıkmaktır, Misak-ı Milli’ye sadık kalmaktır.
Vatanseverlik, anayasanın ilk dört maddesine namus gibi sarılmaktır: Türkiye Cumhuriyeti bir bütündür, bölünemez. Bayrağı, kurucusu, sahibi, dili ve başkenti bellidir.
Kim bu maddelere dokunursa, sadece hukuka değil, halkın sabrına da savaş açmış olur.
Kimse merak etmesin, bu millet unutmaz. Unutmaz kimin çocuğu dağda öldü, kimin kızı durakta bombayla parçalandı.
Unutmaz, kimin Lozan’a lanet ettiğini, kimin bebek katiline saygı duyduğunu.
Ve eğer bir gün biri kalkar da bu devletin temellerine göz dikmeye yeltenir, Cumhuriyet’in harcına dinamit koymaya çalışırsa… Gerçek vatanseverler İstiklal Savaşı’nda olduğu gibi gereğini yapar.
Ve o gün geldiğinde, kim nerede durmuş, kim hangi safta durmuş, tarih bir bir yazacaktır.
Bu kara toz bulutu elbet sona erecek, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti ilelebet payidar kalacaktır.
…ve zamanı geldiğinde kimin şerefle anılacağını, kimin lanet ve küfürle anılacağını izleyip göreceğiz.