Bugün, kör bir terazinin sallanan kefesi altında adalet arayanlar, belki de en iyi cevabı tarih verecektir. Zira her otoriter yapı, bir gün kendi yarattığı demir kafesin içine sıkışır. Ve işte o gün geldiğinde, şu soru herkesin karşısına dikilir: Kim gerçekten özgürdü, kim aslında tutsaktı?
Adaletin terazisi bir süredir eğik. Kimi için bir kılıç gibi keskin ve acımasız, kimileri içinse pamuk kadar hafif. Birilerinin en basit sözleri suç sayılırken, başkalarının en ağır eylemleri bile görmezden geliniyor. İşte tam da burada, Max Weber’in “demir kafesi” devreye giriyor: Bürokrasi, hukuk ve sistem, artık insanlara hizmet etmek için değil, onları yönetmek, kontrol altında tutmak ve itiraz edenleri susturmak için var.
Düşüncenin zincire vurulduğu her çağda, adaletin terazisi önce muktedirin eline geçer. Söz söyleyenler “tehdit” ilan edilir, eleştirenler “düzeni bozmakla” suçlanır. Michel Foucault, iktidarın en güçlü silahının yalnızca fiziksel baskı olmadığını söyler; esas güç, kimlerin konuşabileceğini ve neyin suç sayılacağını belirlemektir. Bir sistem, muhalefeti sadece susturarak değil, aynı zamanda onun varlığını meşru olmaktan çıkararak da yok edebilir.
Tarih boyunca yöneticiler, kendi düzenlerine karşı çıkanları susturmanın en etkili yolunun onları “suçlu” ilan etmek olduğunu keşfettiler. Sokrates, “gençleri zehirlediği” gerekçesiyle yargılandı. Galileo, “dini değerlere aykırı” olduğu için susturuldu. Kafka’nın Dava’sındaki Josef K., neden suçlandığını bile bilmeden bir hukuk mekanizmasının içine hapsoldu. Bugün de değişen pek bir şey yok: Gerekçe önemli değil, yeter ki bir gerekçe olsun.
Antonio Gramsci, iktidarın yalnızca baskıyla değil, rıza üreterek de çalıştığını anlatır. İnsanlar, adaletin işleyişindeki çarpıklıklara alıştıkça, onları sorgulamaktan vazgeçerler. Önce birkaç kişi susturulur, sonra birkaçı daha… Bir noktadan sonra kimse konuşmaz çünkü sıra kendisine gelmekten korkar. İşte bu yüzden, en büyük baskı dönemlerinde en derin sessizlikler duyulur.
Ancak her susturma girişimi, bazen daha büyük bir yankıya dönüşür. Hapishaneler, zindanlar ve mahkeme salonları, zaman zaman en güçlü kelimelerin doğduğu yerler olmuştur. Tarih, duvarlara kazınan cümlelerin, demir parmaklıklar ardında yazılan manifestoların, sürgünde kaleme alınan kitapların unutulmadığını defalarca gösterdi. Çünkü gerçek bir fikri susturmanın yolu, onu hapsedip görünmez kılmak değil, ona karşı daha güçlü bir fikir üretebilmektir.
Bugün, kör bir terazinin sallanan kefesi altında adalet arayanlar, belki de en iyi cevabı tarih verecektir. Zira her otoriter yapı, bir gün kendi yarattığı demir kafesin içine sıkışır. Ve işte o gün geldiğinde, şu soru herkesin karşısına dikilir: Kim gerçekten özgürdü, kim aslında tutsaktı?