Geçen haftaki yazımda, millî konularda ve devletin yapısı üzerinde hükümet ve diğer organlar arasındaki felsefe ve özellikle de siyasi hedef farklılıklarına değinmiştim.
Bu hafta kaldığım yerden, biraz daha açarak devam edeceğim.
Bir yandan Oslo’da devam eden görüşmeler…
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, geçen 14 Nisan 2009’da Harp Akademilerindeki tarihî konuşmasından geçen hafta bahseAtmiştim. Başkan uyarılarda bulunurken, diğer yanda da hükümet, PKK terör örgütüyle, koordinasyonunu batılı devletlerin yaptığı Oslo görüşmelerini yürütüyordu. Görüşen de devletin güvenlik organlarından sadece birisi. Diğerleri bu süreçte yok. Sürecin özenle saklanmaya çalışıldığı çok sonra anlaşıldı.
Ancak Başbuğ’un, bir şekilde, bilmediğini de düşünmek doğru olmaz herhalde. Hem TSK’nın gücüne gölge düşürür hem de karşı karşıya kaldığımız tehlikenin boyutunu daha da büyütür. Ama anlaşılan hükümet, Oslo görüşmelerine karar verirken devletin organları arasındaki eş güdümü devre dışı bırakmış görünüyor. Ve Başbuğ’un konuşmasından anlaşılan da kurumlar arasında felsefi ayrılıklar çok derin.
Konuşma, 29 Mart 2009 Mahalli Genel Seçimlerden hemen sonra yapılması açısından da önemli. 13-15 Mart’ta Oslo’daki 3. toplantıda terör örgütünün temsilcileriyle, öncelikle, seçim sürecinde “eylemsizlik(!)” görüşülmüş, seçimler bu eylemsizlik kararı ile geçirilmiş.
Yine sonradan anlaşıldığı kadarıyla, Oslo sürecinin başlangıcı 2007. İlk toplantısı 2008 Eylül’ünde yapılmış. İnternetteki kısa bir gezinti ile 11 toplantı olduğunu öğreniyoruz. Kamuoyunun haberi, 2011’de birileri tarafından basına sız(dırıl)an 5’inci toplantının ses kayıtlarıyla oldu. Bu toplantıya dönemin Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı katılmıştı.
Bu sürecin tamamında da teröristlerin başı Öcalan var. Nasıl mı? Hazırlanan tutanak görevliler tarafından İmralı’ya götürülüyor, ondan alınan görüşler de Oslo’da, Kandil’den gelen teröristlere ulaştırılıyor. Bu arada Oslo’dakiler emin olsunlar diye belgelerin arkası da imzalatılıyor. Öbür tarafta da hükümet var. Yani süreç siyasi kontrol altında yürüyor.
Bu arada 2010 yılında “…terörle mücadeleye ilişkin politika ve stratejileri geliştirmek ve bu konuda ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak üzere” Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı kuruluyor. Anlaşılan yepyeni bir kadro ile bu sürecin yönetilmesi arzu ediliyor. Ama Müsteşarlık 2018’e gelindiğinde sessizce kapatıldı.
Burada dikkat çekmeye çalıştığımız yakın geçmişin, yaşanırken görülemeyen dolayısıyla çok da bilin(e)meyen yönlerinin sadece bir kısmı.
Bu arada başka olaylar da yaşanıyordu.
Mıntıka temizliği de lazımdı
Basında birtakım dosyalar, soruşturma haberleri her gün manşetlerde yer almaya başlamıştı. Bugün kumpas olduğu açıkça ortaya çıkan soruşturma ve arkasından gelen davalarla, sanki bir nevi mıntıka temizliği yapılıyordu.
İlk deneme Şemdinli Davası ile oldu ama güçleri yetmeyecekti. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt soruşturmaya dâhil edilmek istendi ancak başaramadılar. Fakat büyük mesafe alınmıştı. Neredeyse devletin yargılandığı bir iddianame vardı. Sanık sandalyesine, kurgulanmış bir devlet felsefesi oturtulmuştu. (Bu konudaki geniş değerlendirmeler Şemdinli Davası, Türk kimliği ve egemenlik yazımdan okunabilir.) Davanın açılma tarihi Mart 2006’ydı.
17 Mayıs 2006’da Danıştay’a yapılan silahlı saldırıdan üç gün sonra, bir emekli subayın gözaltına alınmasıyla başlayan süreç devamında Ergenekon soruşturması adı ile sürdürüldü. Dava 2008 Ekim’inin sonuna doğru açıldı. Orgeneral dâhil her rütbeden muvazzaf ve emekli subaylar, astsubaylar, eski rektörler, parti başkanları, avukatlar, gazeteciler, doktorlar, bilim insanları ve çeşitli meslekten siviller tutuklandılar. Dava yıllarca sürdü.
Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ 6 Ocak 2012 tarihinde “silahlı terör örgütü yöneticiliği ve hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlamalarından tutuklandı. Ergenekon davasıyla birleştirildi. Ayrıca başka birçok soruşturma ve açılan yirmiye yakın dava ile birleştirilerek daha da genişletildi.
İsimsiz bir telefon, bir gazete haberi yetiyordu
2009’un 19 Aralık’ında takip görevindeki iki subayın, kimden geldiği bilinmeyen bir ihbar telefonuyla başlayan operasyonla devletin en mahrem arşivine girildi. Kozmik Oda adı verilen dava görüldü. Yüz yıla yakın bir zamanın emeği millî güvenlik bilgilerinin şu an kimde ve nerede olduğu bilinmiyor.
20 Ocak 2010’da bir gazetede (çok sonra bu davalar için özel olarak çıkarıldığına dair yorumlar yapıldı) çıkan haberle 2003 yılındaki bir plan tatbikatı için soruşturma başlatıldı. Bu soruşturma da kartopunun çığa dönüşmesi gibi büyüdü. Tatbikatın yapıldığı salonun önünden geçen veya geçtiği düşünülmek istenen davaya dâhil edildi.
İzmir’de 28 Nisan 2010’da başlayan bir soruşturma, askerî casusluk ve şantaj davasına döndü. Davaya fuhuş da karıştırılmıştı. Amiraller ve çeşitli rütbeden subaylar yargılandı. 2016’ya kadar sürdü.
2011 yılının Şubat ve Mart aylarında başlayan Odatv operasyonları Ergenekon davasının medya ayağını oluşturuyordu. Gazeteciler, televizyoncular, kitap yazanların yanında emekli askerler de vardı. Kâşif Kozinoğlu ilk duruşmadan bir hafta önce, şüpheli bir kalp krizi ile cezaevinde şehit olmuştu.
2012’de TBMM’de darbeleri araştırmak için bir komisyon kuruldu. Araştırma sonrasında açılan davada eski Genelkurmay Başkanı, 2. Başkanı, generaller ve subaylar yargılandı.
O zamanlar pek duyulmayan bir operasyon daha vardı ki içler acısıydı. Harbiye öğrencileri içinden bazılarına insanlığın utanacağı işkenceler yapılıyordu. Şok mangaları ile daha lise çağındaki veya Harbiye’nin ilk yıllarındaki çocukları akıl almaz işkencelerle okuldan uzaklaştırıyorlardı. Tabi, ne de olsa yılanın başı küçükken ezilmeliydi(!)
Bunların hepsi de mantar biter gibi ortaya çıktı. Tarihlerinden anlaşılacağı üzere eş zamanlı. Her gün basında yüzlerce haber, televizyonlarda halkın kafasını karıştıran programlar yapılıyor, kamuoyu yönlendiriliyordu. Deprem Richter ölçeğiyle 9 şiddetindeydi, etkisi çok büyük oldu.
Davalar büyük çoğunlukla beraatla neticelendi. Sadece 28 Şubat diğerleri gibi sonuçlanmadı. Onlar gibi sonuçlansaydı, galiba, zaten iyice kan kaybeden ideolojik yapı tamamen yıkılacaktı.
Bugün, kumpasları kuranların bir kısmı 15 Temmuz ihaneti sonrasında ya cezaevinde veya kaçak.
Bütün bunlar niçin?
TSK yağmur gibi yağan davalarla sarsıldı. Devlet ve millet hizmetinde kahramanca görev yapan yüzlerce kişi kumpaslarla boğuşuyordu. İnsanlık tarihinde, yazdığı destanlar gıptayla okunan bir ordunun omurgası ağır darbe almıştı. Teröristler çok rahat ettiler! Bütün bunlar olurken PKK açılımı, İmralı pazarlıkları ve nihayet Dolmabahçe mutabakatı gerçekleşti.
Diğer yandan da devlet dönüştürülüyor, yeni bir devlet yapılanmasına doğru gidiliyordu. Doğrusu insan, “galiba her şey bu yoldaki engellerin ortadan kaldırılması için bir plan doğrultusunda oldu” diye düşünmeden edemiyor. Bunu düşündüren de İhsan Aslan’ın 2005 yılındaki röportaj(ların)da “Hükümetimize bağlı askerimiz” ve İmralı’nın muhafızları bizim partinin görevlileri değil.” ifadeleri. Bu tanımlar bir bakış açısını, bir anlayışı ve daha da önemlisi önlerinde gördükleri engeli tarif ediyor. Aynı zamanda bir hedefi de ortaya koyuyor. Söylendiğinde, 2005 yılında, fark edilememişti. Ama İmralı’nın muhafızları söylemiyle, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milletinin egemenliğinin yılmaz bekçilerinin işaret edildiği açıkça ortaya çıktı.
Bütün bunları, bu yılmaz bekçilerin yerine yenilerini geçirmek için yaşadık galiba?
Sahibinin Türk Milleti olduğu devletin egemenlik yapısı üzerinde kara bulutlar dolaştıran bu değişim operasyonuyla, “hükümete bağlı asker(!)” oluşturuldu. Ama bu sefer 15 Temmuz ihaneti ile “Âlî menfaatler için ittifak eden düşman kardeşler” ete kemiğe bürünmüştü…
Peki, rota değişti mi? “Menzil” kavramıyla daha da şekillendi ve değişmeden devam ediyor galiba, ne dersiniz?