Eski yazılarım arasında gezinirken 15 Şubat 2008’deki “Hükümet ile TSK arasındaki tehdit algılama farklılığı” yazımı tekrar okudum. Yazının özü başlığından anlaşılıyor ama biraz açayım.
12 Nisan 2007’de Genelkurmay Karargâhı’nda yapılan meşhur basın toplantısı hatırlanacaktır. Hani Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacaktı da Cumhuriyet değerlerine “Sözde değil özde bağlı”lıktan bahsedilmişti. İlginçtir, 12 TV kanalından canlı yayınlanmış o toplantıdan sadece bu söz akılda kaldı. Genelkurmay Başkanı (dönemin), “AB Müzakere Çerçeve Belgesi’nin 10. Maddesi ülkemizi bölüp parçalamak istemektedir, ülkemizin birliğine kastetmektedir” diyerek bir tehdit algılamasını ortaya koymuştu. Ama hükümet de AB ile görüşmeler yapıyor, imzalar atıyordu. Bütün bunlar için de reform diyordu. Bugün AB’nin neleri ve nasıl dayattığı ortaya çıktı. Daha geniş değerlendirmeler Millî Düşünce Merkezi’nin internet sayfasında, eski Devlet Bakanı Sadi Somuncuoğlu’nun devam eden seri yazılarından okunabilir.
AB ile ilişkilerin ne olduğu kadar önemli olan, siyasi bir konuda, devletin organından birinin reform dediğini diğerinin birliğimize tehdit algılamasıydı. Maliye ile Dış Ticaret değildi ayrı düşünenler. Devleti yöneten Hükümet ile devletin Ordu’suydu.
Tarih bugünün öğretmeniymiş
Yazı, “Türk Milletinin, ülkedeki gelişmeleri bir bütünlük içinde değerlendirmesi ve önceliklerine karar vermesi için bunları bilmeye hakkı vardır. Zira devletin sahibi millettir. Bu aynı zamanda demokrasinin gereğidir. Tarih, olayları doğru algılayamayan ve geleceğine doğru yön veremeyen devletlerin/milletlerin mezarlığı olarak önümüzdedir.” cümleleriyle bitiyordu.
Öğretmenler eğitime temel bilgileri vererek başlarlar. Kavramlar ve sözcükler de eğitimin anahtarları. Hem öğretmeni iyi dinlemek hem de doğru anahtarı doğru kapıda kullanmak gerekiyor. Buradaki temel anahtar devlet kavramı. Milletin teşkilatlanmış şekline verilen isim. Bağımsız/soyut/mücerret bir varlık. Somut ifadesiyle ise yönetenleri kasteder. Böylece hükümeti, bağlı kurumları ve yargı gibi organların yöneticilerini anlatır. Hükümet derken de, ordu derken de yönetenleri kasteder ve anlarız. Ancak demokrasilerde hükümet anayasaya göre belli bir dönem görev yapar. Diğer ordu, yargı gibi kurum ve organlar ise yine anayasaya göre süreklidirler.
Hemen soruyu duyar gibiyim “Ne yani, millî iradenin dediği olmayacak mı?” Elbette olacak ama bir de “Ebediyete kadar devam edecek olan devlet” anlamına gelen devlet-i ebed müddet kavramı var. Her seçim döneminde değişecek bakış açısı ile sonsuzluğu sağlamak ne kadar mümkün olabilir? Peki, hiç mi değişmeyecek? Tabi ki değişebilir ama evvelini ve sonrasını hiç düşünmeden ve geçmişe tam anlamıyla zıt bir değişiklik olamaz. Ancak çeşitli düzeltmeler yapılmalı ki o da uzlaşma ile gerçekleşmelidir. Keskin değişiklikler de olacaksa bile başarı yine uzlaşmakla temin edilir. Uzlaşma da devletin bütün organlarının koordinasyonu ile sağlanmalıdır. Hükümet bunun orkestra şefidir. Öyle olmasa görevi de yürütme diye isimlendirilmezdi.
Bütün bunlar olmazsa ne olur derseniz, işte bugünkü gibi beka meselesi, istiklâl meselesi, istikbâl meselesi yaşanır…
Bugün de yarının öğretmeni olacak…
Yarına daha sağlıklı gidebilmek için bugüne biraz daha dünden bakalım.
İki ismin önemli cümlelerini biraz daha anlamak gerekiyor. Birisi Pervin Buldan’ın 23 Şubat 2021’deki HDP Grup Toplantısındaki (PKK açılım süreci için) “…yaptığımız her görüşme, devletin ve hükümetin bilgisi ve onayı dâhilinde yapılmıştır.” ifadesi. Diğeri de İhsan Aslan’ın 8-9 Ağustos 2005’te bir röportajda kullandığı “İmralı’nın muhafızları” isimlendirmesi.
Aslan, AKP’nin kurucusu. Bu röportajı verdiğinde Diyarbakır milletvekili. 2007’de de AKP Siyasal ve Hukuk İşleri Başkan Yardımcısı. Ekim 2020’de çıkan iki kitabında yer alanlardan da, açılım ve çözüm süreçlerinde çok etkili bir isim olduğu görünüyor.
Röportajda (Ardımda Kalan, S. 30-36) “Bizden önce terörle mücadelede zaman zaman insan hakları ihlalleri olmuştur. … Biz hükümete geldiğimizden beri hiç köy yakıldı, masum insanlar öldürüldü, hayvanlar telef oldu diye bir haber çıktı mı? Çıkmadı. Demek ki bizim hükümetimiz ve ona bağlı askerimiz daha makul bir mücâdele veriyor.” cümleleri var. İhsan Aslan devamında, askerlerin çağdaş insan hakları kriterlerine ters düşen yollara girdiğini söyleyerek “Bizim ordumuz … zaman zaman aşırı güç kullanmıştır. Böyle olduğuna kimi askerî yetkililer de itiraz etmekten kaçınmamıştır.” diyor.
Aslan, AB’ye entegrasyonunu önlemek isteyen güçlerin ittifakından bahsederek “Bugün İmralı neyi istiyorsa kızıl elmacılar da onu istiyor.” cümlesini kuruyor. Bunu da “Âlî menfaatler için düşman kardeşlerin ittifakı…” diye nitelendiriyor.
Soru: “İmralı’ya dışarıdan müdahale olduğu iddialarıyla bu ittifak iddiaları birleşince vahim bir sonuç çıkmıyor mu?”
Cevap çok enteresan: “Siyasi sorumluluğumuzun gereği, gerçek de olsa bazı şeyleri ifade etmekte zorlanıyoruz. Ama şunu söyleyebilirim: İmralı’nın muhafızları bizim partinin görevlileri değil, başında onlar durmuyor. Orada kim duruyorsa, öcalan’ın talimatlarının gönderilmesinden de o sorumludur.”
Başbakan Erdoğan bu röportajdan üç gün sonra, 12 Ağustos’ta Diyarbakır seyahatinde ilk defa “Kürt sorunu benim de sorunumdur… Anayasal düzen dâhilinde her sorunu daha çok demokrasi daha çok vatandaşlık hukuku daha çok refahla çözeceğiz.” der. Bundan sonra Başbakan’dan sık sık olarak Cumhuriyet’in tekçi, retçi ve inkârcı politikaları… Cumhuriyet döneminde halka yapılan baskı ve zulüm, Türk, Kürt, Çerkez, Laz… sözleri duyulur.
Orkestradaki kakofoni yükseliyor…
İlker Başbuğ 14 Nisan 2009’da Mahalli Genel Seçimlerden hemen sonra Harp Akademisinde bir konuşma yapar. Konuşmaya, “sivil-asker ilişkileri başta olmak üzere, terör ve terörle mücadele, demokrasi ve laiklik konularında” düşüncelerini paylaşacağını söyleyerek başlamıştır. Her üçü de bugün çok daha açıkça ortaya çıkan ayrılık alanlarıdır.
Başbuğ, ilişkilerde önyargılı yaklaşımlardan bahseder ve “birincisi, demokratlık kisvesi altında Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratmak amacıyla Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı sistematik muhalefet yapılması demokrasimizi geliştirmeyecektir.” der ve devam eder; “İkincisi ise, toplumumuzun özellikle mütedeyyin kesimlerini etkilemek amacıyla Türk Silahlı Kuvvetlerini din karşıtı olarak gösteren kötü niyetli propaganda kampanyalarıdır.”
Konferanstan bazı cümleler:
“… asker ve sivil arasındaki yetki ve sorumlulukların nasıl paylaşılacağı, o ülkelerin anayasa ve yasalarında belirtildiği şekilde olmaktadır
…profesyonel tavsiyelerin dikkate alınmaması durumunda, ortaya çıkacak olumsuz sonuçların sorumluluğu da büyük ölçüde karar verici durumundaki siyasi makamlara aittir.
Gerek Osmanlı İmparatorluğu gerekse Cumhuriyet döneminde, Kürt kökenli vatandaşlarımıza devletçe asimilasyon politikası uygulanmamıştır.
İkincil kültürel kimliklerin anayasal ve yasal çerçevede tanınması – ki bu grup hakkı olarak tanınması – anlamına gelir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, ulus-devlet ve üniter-devlet yapısı içinde bu mümkün değildir.
Öte yandan, iyi anlaşılması gereken bir diğer konu da terörle/terörizmle mücadele ve bölücü terör örgütüyle/teröristle mücadele kavramlarının arasındaki ilişki ve farklılıktır.
Laiklik ilkesi Türkiye Cumhuriyeti kuruluş felsefesinin temel direklerinden biridir. Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan tüm değerlerin de temel taşıdır.”
Devletin en üst makamlarının devletin kuruluş değerlerine bakış farkı büyük problemler doğurdu. Sahi, kimdi bu İmralı’nın muhafızları? Hükümetimize bağlı asker(ler)imiz veya Âlî menfaatler için ittifak eden düşman kardeşler kimlerdi?
Haftaya, 2006’dan itibaren, kumpas davaların da olduğu döneme bakacağız. Devam edecek…