Milletlerin ve devletlerin hayatlarında bir kuruluş, yükselme, duraklama, çöküş ve yeniden doğuş dönemleri vardır. Bu sürecin en belirgin olarak Türklerin tarihinde görebiliriz. Bu konuda çok sayıda eser verilmiş ise de Atsız Hoca’nın “Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtların Dirilişi” romanı yok edilen bir milletin yeniden doğuşunun en güzel anlatımıdır.
Geçen asrın başında Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü yaşadık, sonra da kurtuluşu ve kuruluşu. Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Ama bugün o Cumhuriyet ve Ulus Devlet tehdit ve tehlike altındadır.
Osmanlıyı yıkanlar, içimizden devşirdikleri ile yarım kalan işlerini bitirmek, Türkiye’yi etnik ve dini temelde parçalayıp, Türk’leri Anadolu’dan söküp atmak istiyorlar. Dün kendilerini “milli mücadeleden muaf tutanların” torunları, bugünlerde küresel güçler ile aynı safta, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve tüm kutsallarımıza her cepheden saldırıya geçtiler. Görünüşte farklı ideolojilerin mensubu gibi görünen ama aslında birbirlerinden farkı olmayan ne kadar “fikir ve etnik özürlü” varsa “yabancılar Türk’lerin efendisi” olsun diye uğraşıyor. Soros’un çocukları, ABD/AB’ciler, Allah ile aldatanlar, bölücüler hepsi ittifak halinde. Hedefleri milliyetçi ve antiemperyalist ruhu öldürmek Lozan’ı değiştirerek Sevr’i dayatmak, Türkiye’yi eyaletlere bölmek…
Babalar gibi satılan fabrikalar, halka arz yoluyla değil, blok satışlarla yapılan özelleştirmeler, yabancılara yapılan toprak satışları ve sırada satılmayı bekleyen milli birikimlerimiz, madenlerimiz, otoyollar, ırmaklar hatta ormanlar. Yabancıların payını her gün artırdığı Bankacılık sistemi, artan iç ve dış borç, cari açıklar, sıcak para ile kontrol edilmeye çalışılan Bir Türkiye. Sığındıkları kavramlar; demokrasi, insan hakları, hoşgörü, dinler arası diyalog, medeniyetler buluşması, özgürlüklerin genişletilmesi ve sivil anayasa vs.
Sorarım size; Büyük mağazalar kimin, içtiğimiz suyu kim pazarlıyor, ürettiğimiz patatesi kim işliyor, sütümüz yoğurdumuz ne kadar bizim, tohumda, damızlıkta, ilaçta dışa bağımlı değil miyiz, fındığı üreten biz borsası neden Berlin’de. Eğitim gerçekten milli mi, sağlık sistemimiz iyi çalışıyor mu, gelir dağılımı adil mi. Irak’taki kırmızı çizgilere ne oldu, Denktaş tasfiye edilirken, Türkmenler katlediliyorken ne yaptık. Başımıza kaç çuval geçti.
Ne kadar üzülsek az. İlk düğmeyi yanlış ilikledik, her zeminde bizi yönetenleri doğru seçemedik. Onlar da kendi benzerlerini buldu. Biz uyudukça onlarda kendi saflarını sıklaştırdılar. Bugün yer yerdeler. Sermaye sahibi oldular, partilere, sivil toplum örgütlerine ve devlet kurumlarına sızdılar. Televizyonlarda program yapıyorlar, gazetelerde köşe yazıyorlar, akil adam yapıldılar, sanatçı diye parlatıldılar. Kozalarından henüz çıkmamış gününü bekleyenler var, niceleri sırada. Bu toprakları hiç sevmediler, vatan yapanlarıda. Anla artık. Kanunları kendilerine uydurdular. Ayetleri bile laf sokma aracı yaptılar.
İstiyoruz ki; ülkemde dirlik düzenlik olsun, yoksulluk son bulsun. Huzur ve bereket gelsin. Ocağımız hep tütsün, tenceremizde aşımız olsun. Okullarımız çoğalsın, ilim rehberimiz olsun. Fikri hür vicdanı gençlerimiz olsun. Çalan, bölen olmasın, kimse kayrılmasın, kimse ötekileştirilmesin. Kandırmalar ve kanmalar son bulsun. Sınırlarımız güvende olsun. İçerde ve dışarda Türkün yalnızlığı son bulsun.
Velhasıl “sen üşürken düşman ocaklarına odun, sen açken düşman sofralarına buğday” taşıtmak istiyorlar. Bütün bunların yanı sıra güç odakları denetimi elinde tutmak ve olup biteni örtmek için de propagandanın tüm tekniklerini kullanarak psikolojik savaş yürütüyorlar. Kullandıkları yöntemlerden biriside fil yöntemidir. Fil her gün aynı yoldan geçen bir canlıdır. Fil avcıları yola tuzak kurarak onu çukura düşürürler. Siyah elbise ile gelip iyice döverler. Bir iki gün sonrada beyaz elbise ile gelip kurtarırlar. Fil artık onları kurtarıcı gibi görür. Taktik belli. Toplumu bunalıma sok, sonra kurtar ve kendine bağla.2001 ekonomik krizini, Derviş’in Türkiye getirilişini ve yeni siyasi figürlerin ortaya çıkışını hatırlayın. Ama bilmedikleri bir şey var. Türk Milletinin bu oyunu mutlaka bozacağı,bu topraklarda hesabın tutmayacağı.
Sonunda işbirlikçiler ne olacak biliyor musunuz? Yakın tarihtede birçok örneğini gördüğümüz gibi efendileri onları cami avlusuna bırakacaktır.
Bir Kızılderili ata sözünde “ateş nasıl üşümenin ardından gelirse, bela da günahın ardından gelir” diyor. Günah olan bu ülkeye sahip çıkmamak, kaygılanmamak ve meseleler karşısında sessiz kalmaktır. Bizlere düşen ise; beynimizin son hücresine kadar bu ülke için düşünmek ve bir mücadele zemini yaratmaktır. Duyarsızlık ve vurdumduymazlıktan bir an önce kurtularak, tıpkı eski günlerde olduğu gibi ruhumuzun derinliklerinde bir istek ve heyecan yaratmalıyız. Ülküsüz ülkücü olamayacağı gibi, mesuliyetsiz milliyetçilikte olmaz.
Gelin son sözü Mustafa Kemal söylesin;
“…Memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı!
İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur”.
Kalk yiğidim yine dağ başını duman aldı!