İYİ Parti İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Ümit Özdağ, TBMM’de basın toplantısı düzenledi. Türkiye’nin Doğu Akdeniz, Suriye ve Libya’da yürüttüğü dış politikayı değerlendiren Özdağ, “Türk dış ve savunma politikalarının kötü yönetilmesinin bir neticesi olarak ülkemiz saldırı ve ağır tehditler ile karşı karşıyadır.” ifadelerini kullandı.
“Türkiye Cumhuriyeti birçok cephede eşzamanlı olarak savaşa çekilmek istenmektedir. Amerikan, İngiliz ve Fransız istihbarat servislerinin başına Türkçe bilen ve Türkiye deneyimi olan istihbaratçıların getirilmiş olması tesadüf değildir.” diyen Özdağ, “Erdoğan yönetimi her ne kadar yüksek tonda bir söylemle meydan okumaya devam ediyor görünse de, kuşatmanın baskısı altında geri adımlar atmaya başlamıştır.” ifadelerini kullandı.
Özdağ’ın basın toplantısındaki açıklamaları şu şekilde;
“Türk dış ve savunma politikalarının kötü yönetilmesinin bir neticesi olarak ülkemiz saldırı ve ağır tehditler ile karşı karşıyadır.
Türkiye, önceliği, sıklet merkezi, kuvvet tasarrufu olmayan, stratejik öngörü ve doğru milli menfaat tanımlamasından yoksun ideolojik eksenli bir dış politika neticesinde iç hatlar kıskacına düşmüş, kuşatılmış ve yalnızlaştırılmıştır.Türkiye Cumhuriyeti birçok cephede eşzamanlı olarak savaşa çekilmek istenmektedir. Amerikan, İngiliz ve Fransız istihbarat servislerinin başına Türkçe bilen ve Türkiye deneyimi olan istihbaratçıların getirilmiş olması tesadüf değildir.
Bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu kuşatma, Birinci Dünya Savaşı öncesinde durumu anımsatmaktadır. Birinci AKP Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı olan emekli büyükelçi Yaşar Yakış’ın, Türkiye’nin Doğu Akdeniz krizindeki mevcut durumu Osmanlı İmparatorluğu’nun 1912’de Birinci Balkan Savaşı öncesinde karşılaştığı çıkmaza benziyor tespiti durumun ne kadar ağır olduğunun itirafıdır.
Erdoğan yönetimi her ne kadar yüksek tonda bir söylemle meydan okumaya devam ediyor görünse de, kuşatmanın baskısı altında geri adımlar atmaya başlamıştır. Türkiye’nin AKP’nin yanlış dış politikasının sonucunda ortaya çıkan Doğu Akdeniz ve Ege Denizi, Suriye, Irak, Libya’da yaşamış olduğu kuşatma ve yaşanan geri çekilmeleri bugün gündeminize taşımak istiyorum.
Doğu Akdeniz-Ege-Libya cepheleri ayrı cepheler gibi görünseler de birbirini tamamlayan tek cephe konumundadır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz kaynaklarına yönelik 2001 yılından buyana sürdürdüğü tek taraflı oldubittiler vasıtasıyla saldırgan ve hukuksuz biçimde MEB ilanı yapıp sondaj ruhsatı vermeye başlaması, Doğu Akdeniz’in bir jeopolitik çatışma alanına dönüşmesine neden olmuştur.
Erdoğan yönetiminin Müslüman Kardeşler merkezli hatalı Suriye ve Orta Doğu politikası; Yunanistan, GKRK, İsrail, Mısır, Suudi Arabistan, BAE arasında ABD ve Fransa tarafından desteklenen bir Türkiye karşıtı ittifakın oluşmasına neden olmuştur.
Erdoğan, Doğu Akdeniz’de egemenlik haklarımızı Türkiye’nin karşısında oluşan ittifakı dağıtacak bir dış politika izleyerek korumak yerine,donanmamızı sürekli alarm durumunda tutarak savunmayı tercih etmiştir.
Bu durum sürdürülebilir değildir. Türkiye’nin çok cephede meşgul olmasından istifade eden rakip güçler Türkiye’ye yönelik eşgüdümlü baskı hatta saldırı gerçekleştirebilirler.Bunu engellemenin yolu Orta Doğu politikamızı Müslüman Kardeşler ideolojisi ekseninden çıkararak tekrar Türkiye’nin milli menfaatleri zeminine oturtmaktır.
Erdoğan Yönetimi kuşatılmışlığın ve yalnızlaşmanın farkında olarak dış politikayı milli çıkar eksenine oturtacak yerde kısmi geri adımlar ile durumu idare etmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin ‘NAVTEX’ ilan etmesi sonrasında Merkel’den gelen telefon üzerine,21 Temmuz 2020’de Erdoğan’ın operasyonu ertelemesi Atina tarafından Türkiye’nin geri adımı ve Yunanistan’ın zaferi olarak yorumlanmıştır. Türkiye, Yunan itirazı üzerine erteleme yaparak Türkiye-Libya Anlaşması ile belirlenmiş sınırları tartışmalı hale getirmiştir.
Bu gelişmeyi Atina ile Kahire arasında Türkiye-Libya Deniz Yetki Alanları Anlaşmasında belirlenen sınırları tanımayan bir MEB Anlaşması imzalanması izlemiştir.Yunanistan-Mısır MEB Anlaşmasının imzalanması sonrasında Türkiye 10 Ağustos 2020’de NAVTEX’i ilan ederek Türk kıta sahanlığı içinde sismik araştırmaları başlatmıştır. Yunanistan aynı gün NAVTEX duyurarak Türkiye’nin ilan ettiği NAVTEX’i geçersiz ilan etmiştir.
13 Ağustos’ta Yunan ve Fransız savaş gemileri Türk kıta sahanlığı içinde ve Türkiye’nin NAVTEX ilan ettiği alanda askeri tatbikat ve atış yapmıştır. Bu açık egemenlik ihlali karşısında Erdoğan “Kıta sahanlığımızda haydutluğa asla boyun eğmeyeceğiz. Yaptırım ve tehdit dili karşısında geri adım atmayacağız. Mavi Vatanı aynı kararlılıkla koruyacağız” demiştir ancak mevcut durum göstermektedir ki, Erdoğan ikinci kez geri adım atmıştır.
Yunanistan bundan cesaret alarak dün de Oruç Reis’in sismik arama yaptığı alana savaş gemilerini yollayacağını açıklamıştır. Türkiye bu kez geri adım atmamalı, Yunan saldırganlığına izin vermemelidir.
Yunanistan ve Güney Kıbrıs önümüzdeki dönemde de ABD tarafından desteklenen, Fransa ile birlikte sürdürdüğü saldırgan ve hukuksuz tavır ve eylemlerini Mısır ve İsrail’i de bu sürece dahil ederek önümüzdeki dönemde sürdürecektir.
Erdoğan Yönetiminin hızla sürekli alarm halinde olan Türk Deniz Kuvvetleri’nin üstünden yükü kaldıracak diplomatik adımlar atarak, oluşan Türkiye karşıtı ittifakı dağıtacak hamleler yapması ve geciken MEB ilanını gerçekleştirmesi gerekmektedir.
Ege Denizi Cephesi
Ege Denizi’nde de Yunanistan saldırgan ve işgalci politikalarını sürdürmektedir.Uluslararası hukuka ve milletlerarası sözleşmelere aykırı biçimde silahlandırılamayacak adalar Yunan ordusu tarafından silahlandırılmıştır. 2004 sonrasında Ege Denizi’ndeki 19 Türk adası Yunan ordusu tarafından işgal edilmiş, bir bölümüne askeri üsler kurulmuştur. Şimdi Ege Denizi’ndeki adaların MEB hakkı olduğu iddiasını gündeme taşıyan Yunanistan ile Türkiye’nin bu konuda masada konuşabileceği hiçbir şey yoktur.
Libya Cephesi
Türkiye’nin BM tarafından tanınan meşru Libya hükümeti ile 27 Kasım 2019’da imzalamış olduğu Deniz Yetki Alanlarına Dair Mutabakat Muhtırasını imzalaması doğru bir adım olmuştur. Yunanistan, Türkiye-Libya Anlaşması’na İtalya ile MEB Sınırlandırma Anlaşması ve Mısır ile Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Anlaşması imzalayarak cevap vermiştir.
Libya ile imzalanan deniz yetki alanları anlaşması sonrasında Erdoğan Yönetimi Libya ile askeri işbirliği anlaşması imzalamış ve BM tarafından tanınan Sarrac hükümetine Türkiye’den 2000 kilometre uzaklıkta bir coğrafyada Suriye’den sonra ikinci Arap iç savaşına müdahil olarak askeri destek operasyonu başlatılmıştır. Türk askeri desteği, Rusya’nın Libya’daki artan varlığından rahatsız olan ABD tarafından örtülü olarak desteklenmiştir.
Hafter güçleri Rusya, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa ve Yunanistan tarafından desteklenmesine rağmen Türk askeri desteğinin ulaşmasından sonra geri çekilmek zorunda kalmıştır. Mayıs 2020’de Türk askeri desteği ile Ulusal Mutabakat Hükümeti birliklerinin ele geçirdiği ve Türk ordusunun hava savunma sistemleri yerleştirdiği Vatiyye Askeri Hava Üssü’ne 5 Temmuz’da BAE hava kuvvetlerine mensup uçaklar tarafından saldırı düzenlenmiş ve bazı Türk hava savunma sistemleri vurulmuştur. Türkiye henüz bu saldırıya cevap vermemiştir. Vatiyye Askeri Üssü dışında Türkiye tarafından 99 yıllığına kiralanan Mısrata limanı Türk donanması tarafından da deniz üssü olarak kullanılacaktır. Mısrata’ya benzer bir saldırı yapılmasına izin verilmemelidir.
Bugün Libya fiilen ikiye bölünmüş durumdadır. Mevcut güç dengeleri içinde her iki tarafından da birbirlerine üstünlük sağlamaları mümkün değildir. Ancak, Türkiye’nin Libya’daki varlığını Libya üzerinden Mısır’da rejimi devirmeye dönük bir Müslüman Kardeşler operasyonu olarak gören Kahire, Libya’daki gelişmeleri yaşamsal tehdit olarak görmektedir. Mısır’ın Rusya, Suudi Arabistan, İsrail, BAE ve Fransa’nın mali, istihbari ve askeri teçhizat desteği vermesi durumunda kendi anakarasından 2000 kilometre uzakta olan Türk birliklerine karşı kapsamlı bir saldırıya geçmesi hiç küçümsenmemesi gereken bir ihtimaldir.
Libya’da Mısır tarafından gerçekleştirilecek bir saldırı, Doğu Akdeniz’de durum üstünlüğünü yakalamak isteyen Yunanistan ve İdlib’ten Türk ordusunun çıkarılması için hazırlık yapan Rusya tarafından da alkışlanarak karşılanacak, Türkiye iki hatta üç cepheli bir çatışma içine çekilebilecektir.
Suriye’de AKP politikası tam olarak çökmüştür. Suriye iç savaşından Suriye’den sonra en fazla zarar gören ülke Türkiye olmuştur. 5.3 milyon Suriyeli Türkiye’ye göç etmiştir. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde kontrol ettiği bölgelerde yaşayan Suriyeli sayısı ise 5.1 milyondur. Diğer bir ifade ile Esad Suriye’sinde yaşayan Suriyeli sayısı 9-10 milyon iken Türkiye ve Türkiye’nin denetimi altında yaşayan Suriyeli sayısı 10.4 milyondur. Bunun Türkiye’ye maliyeti 80 milyar Dolar’dan fazladır. Ve Türkiye’yi stratejik bir çukura sürükleyen Suriye politikasının Türkiye’ye verdiği zararlar henüz ilk aşamasındadır. 2011’den buyana Erdoğan’ın izlediği Suriye politikası Türkiye’nin değil, ABD’nin ve İsrail’in Orta Doğu’daki stratejik çıkarlarına hizmet etmiştir.
Esad’ı devirme politikası PKK’ya Suriye’nin kuzeyinde devletleşme sürecine girme imkanı vermiştir. Ankara’nın stratejik öngörüsüzlüğünden istifade eden PKK-YPG etkili bir güç haline gelmiştir. PKK-YPG, birbirinden bağımsız üç ayrı bölgede yaşayan Suriye Kürtlerini ABD’den aldığı destek sayesinde Suriye’nin kuzeyinde etnik temizlik yaparak geniş bir alana yaymış ve Doğu Akdeniz’e açılan bir Kürdistan kurma süreci başlatmıştır.
Suriye cephesi iki ayrı cephe şeklinde ele alınmalıdır. ABD ve PKK ile karşı karşıya olunan Fırat’ın Doğusundaki cephe ve Rusya ve Suriye ile başat aktör olarak karşı karşıya olunan Fırat’ın Batısındaki cephe. Türkiye her iki cephede de ağır baskı ve gerileme süreci içerisindedir.
Fırat Kalkanı Harekâtı ile bölgeden IŞİD temizlenmiş ve PKK’nın ilerleyişi durdurulmuştur. Afrin’e yapılan Zeytin Dalı Harekâtı ile PKK-YPG’nin Doğu Akdeniz’e açılmasının önü kesilmiştir. Ancak son dönemde PKK’nın Afrin’de tekrar üstünlük kurmaya çalıştığını duyuyoruz.
TSK’nın Fırat’ın doğusundaki PKK-YPG hedeflerine yönelik Barış Pınarı Harekâtı ise ABD’nin sert direnci ile karşılaşmıştır. ABD başkan yardımcısı başkanlığında bir heyet Türkiye’ye gelmiş, harekatın durması için baskı yapmıştır. Trump ise Erdoğan’a hakaret eden çok ağır bir mektup yazmıştır. Türk askeri harekatı bu baskılar sonucunda hedefine ulaşamadan durmuştur. Böylece Fırat’ın Batısında Türk askeri harekatı ile PKK-YPG’nin ortadan kaldırılması hedefi ortadan kalkmış görünmektedir.
ABD ise PKK-YPG’ye yardımlarını artırarak devam ettirmektedir. Temmuz 2020’de terör örgütüne ABD tarafından 21 milyon Dolar ödeme yapılmış, PKK-YPG mensuplarının maaşları yüzde 150 artırılmıştır. Yine Temmuz 2020’de CEBTCOM komutanı Orgeneral McKenzie Suriye’nin kuzeyine gelerek, “General” diye nitelendirdiği Mazlum Kobani ile görüşmüş ve işbirliği seviyesinin artırılması konusunda mutabık kalınmıştır.
ABD, bir yandan Ankara’ya YPG içindeki PKK’lıları Suriye’nin kuzeyinden uzaklaştırma sözü verip, karşılığında AKP’den orta vadede YPG ile Ankara arasında, Irak’ın kuzeyindeki bölge ile ilişkilere benzer ilişkiler kurma perspektifi koyarken, diğer yandan PKK-YPG bölgesinin devletleşmesine finansman oluşturmak için 2019’da kurulan ve Amerikan Özel Kuvvetlerinden emekli olmuş bir subayın ortak olduğu bir petrol şirketine PKK-YPG’nin işgal ettiği bölgede Temmuz 2020’de petrol arama izni vermiştir.
Türk Dışişleri Bakanlığı, bu anlaşmayı “sert şekilde kınamakla” yetinmiştir. Fırat’ın doğusunda Erdoğan Yönetimi fiili PKK’istan’ı kabullenmeye zorlanmış görünmektedir. Görülen odur ki, Erdoğan Yönetimi Fırat’ın doğusunda kurulmakta olan PKK’istan’ı kabullenmiştir. Bu da bir geri adım, hatta mağlubiyettir.
Fırat’ın Batısında Türk Ordusunun kontrolü altındaki El Bab, Cerablus ve Afrin bölgelerinde görece bir sukünet ve kontrol devam etmektedir. Erdoğan Yönetimi 2 milyon Suriyelinin yaşadığı bu bölgeleri fiilen Türkiye ile bütünleştirme süreci içerisindedir.
Erdoğan El Kaide, IŞİD, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) gibi örgütlere üye 50 bine yakın cihatçı selefi terörist unsurun bulunduğu İdlib bölgesini de Türkiye’nin kontrolü altına almak istemektedir. Moskova ve Şam bu politikaya karşı çıkarak başlattıkları askeri harekat ile İblib’in güneyindeki Türk askeri gözlem noktalarını kuşatarak kuzeye doğru ilerlemiş ve İblib’in güney kesimini ele geçirmişlerdir. Suriye’nin İdlib bölgesinde TSK’nın başlatmış olduğu Bahar Kalkanı Harekâtına Rusya’dan direnç gelmiş, düşman savaş uçağının saldırısı sonucunda 34 askerimiz şehit olmuştur. Bunun üzerine askeri harekat istenildiği gibi devam etmemiş, Erdoğan Moskova’ya gitmiş ve Putin tarafından kapının önünde bekletilerek adeta ikinci bir hakaret mektubu ile karşı karşıya kalınmıştır.
Moskova’da M-4 otoyolunun güneyi Rusya-Suriye ittifakına terk edilirken, kuzeyinde Türkiye varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Türkiye’nin M-4’ün kuzeyine çekilmesinin sözünü verdiği bazı unsurlar M-4’ün güneyindeki varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ağustos 2020 itibarı ile İdlib’te çatışmalar kontrollü devam etmektedir. Rusya kuzeye yönelik büyük bir askeri hareket hazırlarken, Türkiye’de bölgeye asker sevkiyatını sürdürmektedir.
Rusya’nın Suriye’nin kuzeyindeki baskıları İdlib bölgesi ile sınırlı değildir. Rus uçakları 2020 yaz aylarında birçok kez Türkiye’nin denetimindeki Suriye toprakları üzerinde El Bab başta olmak üzere Türkiye’nin desteklediği Özgür Suriye Ordusu unsurlarına yönelik saldırılar devam etmektedir.
Türk dış politikası bu kadar ağır bir kuşatma altında iken Erdoğan Yönetimi Türkiye içindeki kutuplaştırıcı siyasete ve anti demokratik uygulamalara ısrarla devam etmektedir. Erdoğan yönetimi Türk halkının çok büyük bir kısmına adeta düşman-terörist uygulaması yaparak, milli birliğe zarar verirken, uluslararası arenada Türkiye karşıtı lobilere propaganda fırsatı vermektedir. ABD, Avrupa, Rusya gibi ülkelerde hükümetler ile halkların giderek daha artan bir ölçüde Türk düşmanlığıyla doktrine edilmesi çok tehlikeli süreçlerin başladığını göstermektedir.
Türkiye’nin bu kuşatmayı kırması ÇOK ZOR değildir. Ancak bunun için Türk dış politikasına hakim olan zihniyetin değişmesigerekmektedir. İngiliz kolonyalistlerin şekillendirdiği Müslüman Kardeşler ideolojisinden kaynaklanan zihniyetin yerini Türk İstiklal Harbi’ni gerçekleştiren ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi olan gerçekçi Türk milliyetçiliği zemininde milli çıkarlarımızı tanımlayan bir dış politika izlenmelidir.
Değişik cephelerde fiili çatışma içinde iken veya fiili çatışmaya geçiş süreci yaşarken, Türk Ordusu’nun en büyük zaferlerinden birisi olan 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muharebesinin korona salgını bahane gösterilerek düşük profilli kutlanması kabul edilemez. Aksine böyle bir gergin politik ve askeri ortamlarda orduların zafer kutlamaları daha güçlü bir şekilde kutlanarak dünyaya kararlılık ve güç sergilemesi yapılır.”