Bir gün içeri düşersem, unutulmayı her an hissederek aylarca ve yıllarca yaşamak zorunda kalırsam ne yaparım?
Dayanabilir miyim?
Dayanamazsam ne yaparım?…
Açık İstihbarat’ın “sürekli darbe” olarak kavramlaştırdığı “Ergenekon” sürecinin, daha Ümraniye’de ilk operasyon yapıldığından beri hasbelkader yakın tanığıyım.
2006 yılında henüz herkesin tuzu kuruyken, AKP’nin gazabına uğrayınca işsiz kaldım. Ankara’nın kıdemli başbakanlık muhabirlerinden biri olmama rağmen en küçük bir gazetede bile iş bulamaz hâle geldim. Benim gücümle ayakta duran bir ailem vardı; hep birlikte açlık sınırına dayanıldı. Kira ödenemez, faturalar yatırılmaz, evde aş kaynayamaz oldu.
Kapı kapı dolaşıp makyaj malzemesi sattım. Veteriner kliniğinde evcil köpek traşı yaptım. 20 lira olan traş ücretinin 10 lirası bana kalıyordu. Köpeklerin bazıları uysal ve küçük olmakla birlikte, bazıları son derece azman ve hırçındılar. Isırılmadık yerim kalmadı. Yine de Allah’a şükrediyordum, hayatım boyunca hayvan dostu olmuş, çaresiz sokak hayvanlarının gücüm yettiğince imdadına koşmuştum; şimdi onlar bana ekmeğimi kazandırarak vefa borçlarını ödüyorlardı.
Tanıdığım yüzlerce insandan sadece beşi, hayatın bu sarp sürecinde ellerinden geldiğince arkamda durdular. Hakları, parayla pulla ödenecek türden değildir.
Köpek traşı sürecinde, profesyonel anlamda yazacak hiç bir mecra kalmadığı için Açık İstihbarat’ta yazmaya başladım. Yazmaktan ekmek paramı çıkaramayacağım anlaşılmıştı, hiç değilse kalemim paslanmasın diye yazıyordum. Bir de gazeteci olarak hâlâ bir çeşit “görev” duygusu içindeydim.
Gerçeklerin bilinmesinin, “tarihe not düşmek” gibi klişelerin toplum nezdinde bir kıymet-i harbiyesi olduğunu sanıyordum.
Ben böyle köpek traş edip yazı yazarken, gazetenin iç sayfasında“Ümraniye’de el bombaları bulundu” diye bir haber okudum. Tarih 13 Haziran 2007′ydi. Üzerinde durmadım. Ancak haber, gün be gün istikrarlı şekilde büyümeye, bir adli vakâ görünümü ile başlayan bu olay boyut kazanmaya başladı. Gözaltına alınanlardan emekli astsubay Oktay Yıldırım’ın benim de yazdığım Açık İstihbarat sitesinde yazı yazdığını bir kaç hafta sonra anlayabildim.
Ne olduğunu bilmediğim bir olay üzerinden korkaklık ve karaktersizlik göstererek siteden ayrılmayı kendime yakıştırmadım. Behiç Gürcihan’ın açıklamalarını ise samimi ve dürüst buldum, yazmaya devam ettim.
Ancak, bunun öyle küçük bir fırtına olmadığı giderek hissedilmeye başlanmıştı. Bir süre sonra Behiç Gürcihan tutuklandı. O sıra aramızda evlilik kararı alınmıştı, lakin bu tutuklanma ile birlikte benim işsizlik ve açlık günlerim bu kez İstanbul’da başladı. Allah’tan Bursa kent gazetesinden cüzi bir maaş almaktaydım, ancak yetmiyordu. Her ayın 5′inde yatan bu maaş, daha ayın 8′i olmadan elektrik ve su faturası olarak eriyip gidiyordu. Behiç içeride çaresizlikten kıvranıyordu. Tek düşüncesi, ne üzerine atılan iftiralar, ne hakkında istenenen ağır hapis cezalarıydı. Tek düşüncesi, benim dışarıda ikimizin de boynunun eğmeden ayakta kalmayı nasıl başarabileceğimdi.
Başardım. İtiraf edeyim ki, AKP’li Üsküdar Belediyesi’nin İskele’de kurduğu iftar çadırının “başarılarımda” katkısı büyüktür. İftara üç saat kala kuyruğa girip o nefis yemeklerle karın doyurmanın hayatın en büyük lütuflarından biri olduğunu çok iyi bilirim. Onun için “bulgur, makarna karşılığı oy veriyorlar” diye hiç kimseyi kınayamam. Bunu söyleyen, açlığın ve kimsesizliğin ne olduğunu bilmiyor demektir.
Üsküdar Belediyesi’nin iftar çadırı sadece beni ve binlerce fukarayı değil, o zaman henüz üç aylık olan kedim Badi‘yi de doyurdu. Çadır görevlileri-sağolsunlar-Badi’nin kumanyasını her gün hiç aksatmadan itinayla hazırladılar.
Diyeceğim, Tayyip Erdoğan ve avanesine yedi cihanda üzerlerinden atamayacakları bir zalimlik günahı kazandırmış olan “Ergenekon” sürecinin belki de en kolay kısmıdır tutukluluk.
Dışarıda kalanın hali daha haraptır. Nice aile açlığın pençesine düştü, nice ana- baba evladını son bir kez göremeden ruhunu teslim etti; nice eş, kardeş, sevgili umutsuzluğun pençesinde çırpındı. Kuddusi Okkır gibi ölüme terkedilenler, Mehmet Demirtaş’ın ağabeyi gibi canına kıyanlar,İsmail Yıldız ve Kenan Temur gibi akıl hastanesine düşenler oldu.
“Ergenekon”daki insanlık dramı yazmakla bitmez…
Claudia Erenerol…
Sevgi Erenerol’un 84 yaşındaki annesi. Yürümekte güçlük çekiyor, ancak en büyük zorluğu bu değil. En büyük zorluğu, görme yetisini iyiden iyiye kaybetmeye başlayan gözleri…
Duruşma salonunda kızını göremiyor, Ne kadar yakınına ulaşmaya çalışırsa çalışsın, evladının sesini duyuyor, kokusunu alıyor ama yüzünü göremiyor.
Sevgi Erenerol’un kardeşi Cancan hanım, annesinin bu ızdırabını dindirebilir düşüncesi ile bir gün duruşmaya bir dürbün alıp geldi. Amaç, annesinin oturduğu yerden, dürbün vasıtasıyla Sevgi hanımı görmesini sağlamak…
Tabii dürbüne, “güvenlik gerekçesi ” ile kapıda el konuldu! Claudia ana bir kez daha yıkıldı…
Hani, “dinlerarası diyalog” eşbaşkanıyız ya…
Hani, Sümela’yı, Akdamar’ı eşsiz hoşgörümüzle ibadete açıyoruz ya…
Musatafa Kemal’in emaneti Papa Eftim’in torunlarına, emperyalizmle işbirliğini reddeden, öz be öz Türk ortodokslarına yaptığımız muamele de budur…
Benim bu yazıyı yazmamın asıl amacı, bir süredir durmadan kendi kendime sorduğum bir soruydu aslında.
Soru şu:
“Bir gün içeri düşersem, unutulmayı her an hissederek aylarca ve yıllarca yaşamak zorunda kalırsam ne yaparım?”
Dayanabilir miyim?
Dayanamazsam ne yaparım?…
Tamam, dışarıda kalmanın, tutuklu yakını olmanın bütün zorluklarını yaşadık ama tutsaklık belli ki başka bir şey…
Çok asil davranış biçimlerine tanıklık edildi..Çok sefil davranış biçimlerine tanıklık edildi..Her ikisinin de insani sebeplerden kaynaklananı vardır, karakter zaafından kaynaklananı vardır, pişmanlıktan ve ne pahasına olursa olsun paçayı sıyırma düşüncesinden olanı vardır…
Uyanıklıktan kaynaklananı vardır..Bu süreçten ün ve konum sahibi olarak sıvışma hesaplaması vardır…
Kuşkusuz herkes, kendi karakter yapısına göre bir mücadele biçimi seçiyor.Veya gerçek karakterler bu mücadele içerinde su yüzüne çıkıyor…
Örneğin, kurtulmak için “medyatik” olmayı, ülkenin bu hale gelmesinde büyük bir payı olan bu medyanın kurallarına göre “oynamayı” tercih eder miydim?
Bir gün bu konuda bilinçli bir şekilde olmasa da sınandım:
Behiç’in içeride olduğu iftar çadırı günlerinden birinde, Star Tv’den o dönem haber müdürü olan Esat Pala aradı. “Behiç Gürcihan ile aşkınızı konu alan uzun bir haber çekimi yapmak istiyoruz” dedi.
Sahte delillerle karartılan hayatların, Kuddusi Okkır’ın hazin ölümünün, iki yıldır süren tutuklulukların bir satırı ile ilgilenmemiş olan medya, bu “aşk hikayesi” ile çok ilgilenmişti nedense…
Esat Pala’ya cevabım , tanıklık edecektir ki şu oldu:
“Esat..Ben öncelikle sizin bir meslektaşınızım. AKP’nin Türkiye’nin başına örmeye başladığı çorapları anlatan bir kitap yazdığım için işimden aşımdan oldum. Bu kitabın ne söylediğini merak bile etmediniz. Behiç Gürcihan, Türkiye üzerinde oynanan küresel oyunları kendi kişisel geleceğini hiçe sayarak yazdı. Şimdi de içeriden haykırmaya devam ediyor. Bir gün olsun ‘Bu insanlar ne söylemek istiyor’ demediniz..Kusura bakmayın ama şimdi bir magazin değeri bulduğunuzu düşünüyorsunuz..Cevabım hayır..”
Düşünün, beni ekran maymunu edeceklerdi.
Yaşlı gözlerle Salacak sahilinden Kız Kulesi’ne hüzünle bakacak, sonra kameraya dönüp, “İşte aşkımız burada başladı” diyecektim…
“Olmadı, yeniden alalım” diyecekler,
Bu kez kendime daha hicranlı bir hava vermeye çalışarak, Hülya Koçyiğitgibi iskeleden kuleye doğru kumru misali sekecektim..
Bünye reddetti…
İnsan, o izole olmuşluk, o çaresizlik içinde “Sesimizi duyurmamıza yardımcı olur” düşüncesiyle belki kabul de edebilirdi ama Allah’tan bünye reddetti..
Başka televizyon programlarına çıktım ancak “Olayın aşk kısmına sadece bir cümle değinirim. İşin siyasi yanını, hukuk ihlallerini konuşacaksak varım” şartını koştum.
Geriye dönüp baktığımda doğru yaptığıma inanıyorum ve o zayıf anımda yalpalamama izin vermediği için Allah’a şükrediyorum..
Şimdi şunu düşünüyorum:
Bir gün tutuklanırsam ne yaparım?
Birinci şart:
Bu satılmış medyanın minderinde oynamayı reddederim.
Ergenekon sürecinde infaz timi gibi çalışmış alçak kalemlere mektup yazıp ziyaret dilenmem…
Beni hücremde ziyaret ettikten sonra Ankara’ya dönüp,
“Cezaevine bir gitttim, bütün gardiyanlar beni görünce ayağa kalktı. Sigara içmesine izin vermiyorlardı ‘bırakın içsin’ dedim” şeklinde konuşan alçaklara bu zevki tattırmam.
Kendiliğinden duyarlılık gösterip yazanlar sağolsun ama en ”yurtsever” görünümlüsüne bile mektup yazıp “Beni köşende yaz” ricasında bulunmam. Çünkü bilirim ki bu medya düzeni içerinde yerlerini koruyabilmiş olanlar bir karşılık ödemişlerdir ve de ödemeye devam ediyorlardır. Bu demektir ki, bir gün benim savunduğum değerlere tamamen ters düşebilirler ve ben onlara sesimi çıkaramam.. Çünkü gebe kalmışımdır..
Kendime medyanın ilgisini çekecek sıfatlar edinip bunları piyasanın kuralları gereğince pazarlamam. Kapı kapı dolaşmam, her uzatılan mikrofona salak bir kuş gibi cik cik ötemem.
Kimsenin şirinlik muskası, medya maskotu, cep herkülü olamam.
“Boyu değil işlevi önemli” nevinden, aslında beni küçük düşüren yazıları marifetmiş gibi övgülü notlar eşliğinde facebook’uma taşımam.
Programlarında adımı andılar diye kimseyi göklere çıkarmam, “en büyük dostum” ilan etmem, velinimetim mertebesine yerleştirmem. Teşekkür ziyaretleri düzenlemem. Bilirim ki bu zulme karşı çıkan, benim için değil ülkesi için, kendisi için, çocuklarının geleceği için karşı çıkmış olacaktır..
Hele, hele…
Ülke bölünmenin eşiğine gelmişken, yöneticiler yabancı istihbarat örgütlerinin oyuncağı olmuşken, ordusu tasfiye edilmiş, ülkenin bütün gerçek yurtseverleri tutuklanmış, taşlar bağlanıp itler salınmışken…
Toprağa her gün onlarca şehit düşerken…
bu felaket sanki hiç yaşanmıyormuş gibi,
Dubai’deki lüks hayatını, ilk mastürbasyonunu, çocuklarla seks yapmanın “doğallığını” yazıp, kazandıkları dolarlarla döşenmiş evlerinde dekorasyon dergilerine iç çamaşırı ile poz veren…
Ve de “büyük gazeteci” muamelesi gören
kevaşelere..
tam sayfa röportajlar vermem.
Bana komik, ezik ve sınıf atlamaya hevekâr bir görünüm kazandırmaktan başka hiç bir amacı olmayan o tuhaf pozları vermem…
Çünkü bilirim ki yuları bir kez kaptırdım mı,
İş, o çelimsiz veya şişman vücudumla Zeki Triko’nun mayo reklamına çıkmaya kadar gider…
“Ergenekon” marka ci-string giydirip, sarkmış popolarımızı billboardlara asarlar mazallah!
Bunun adına da “Ne var bunda canım… sesimizi duyuruyorum, kamuoyunu duyarlı hale getirmeye çalışıyorum” demem..
Bilirim ki herşeyin bir bedeli vardır.
Kararım budur. Medyaya şebeklik etmem..
Vasiyetim de şudur:
Bu kadar dirençli çıkmaz da saçım başım ayrı oynamaya başlarsa,
bu yazdıklarımı yüzüme vurun..
“Ergenekon” marka çamaşır giydirip Taksim meydanına fotoğraflarımı asın..
Hak etmişimdir çünkü…
güncelmeydan.com