Bazıları onun yazdıklarını gerçeklere uygun bulmasada ben Evliya Çelebi’ye ve onun “Seyahatname”sine çok önem veriyorum. Kanaatimce onun eseri, her bir Türk evladı için “Türk Yurdu”nu tanımak bakımından emsalsizdir diye düşünüyorum. Okunmasını tavsiye etmeyenler belki Türk’e dair gerçeklerin bilinmesini istemeyenlerdir…
Evliya Çelebi, dönemin vakanüvisi olmak gereken bütün niteliklere fazlasıyla sahipti. O, sırasıyla kuyumcu çırağı, saray hizmetlisi, asker, diplomat, alim, müezzin, yazar, şarkıcı, müzisyen ve hepsinin ötesinde bir gezgindir.
“Taht odasında da handa da evindeki gibi rahattır. Sultanlarla ve kudretli paşalarla sıkı fıkı; şairlerin, dini otoritelerin ve abdalların dostu; sıradan askerlerin ve alelade işçilerin yoldaşı; İstanbul yaşamının türlü özelliklerine aşina; keskin gözleri her zaman ilginç manzara, tuhaf karakter, zevkli gezinti yada panoramik görüntü arayışında; müzisyen kulağı sürekli sokak satıcılarının bağırtısında, bir derviş raksının akla takılan melodisinde, sarhoş bir denizcinin basit şarkısında; gelişmiş yemek zevki en hoş şarapların takibinde, hassas burnu İstanbul’un ahlaklı ve günahkar iş, ticaret ve yerel faaliyetlerinin kokusunda. Bundan dolayıdır ki; Evliya Çelebi İstanbul’un gezdiği tüm yerlerin sokak kültürü ve tarihinin seyyar ansiklopedisi oldu” diyor John Freely… Kim bu John Freely? Bizim halk olarak pek önemsemediğimiz ve doğru düzgün ne anlattığı üzerinde durmadığımız Evliya Çelebi’yi satır satır inceleyen bir ABD askeri ve 1960’lı yıllarda Türkiye’ye gelerek Boğaziçi Üniversitesi’nde astronomi ve bilim tarihi dersleri veren bir adam (!!!). Ama bu arada Evilya Çelebi’ye de, Türk toplumunu tanımak için bir göz atıveriyor (!)
Evliya Çelebi “Seyahatnamesi”nin ilk cildinde İstanbul’u yazıyor. Bugünkü deyimle İstanbul’un en ince detayına kadar adeta bir röntgenini hatta emarını çekmiş oluyor.
Yine bu John Freely, çok doğru bir tespitle “Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sini yazmasının üzerinden geçen, üçyüz yılı aşkın zaman içinde; çok şey oldu, ancak modern İstanbul’u, Evliya Çelebi’nin İstanbul’u ile kıyasladığımda şehrin temel karakterinin değişmediğini gördüm. Yerel mimarinin büyük bölümüyle birlikte Osmanlı zamanının renkli kıyafetleri olmasa da, modern İstanbul’daki manzaralar, sesler ve kokular Evliya Çelebi’nin Seyahatname’de yazdıklarının hemen hemen aynısıdır.” diyor. Ben buna yüzde yüz katılıyor ve bunu sürekliliğini hiç yitirmeyen “İstanbul’un Ruhu” olarak tanımlıyorum.
Hatta buna, değişmeyen gerçekliği ifade eden bir kanıt olarakta “…sokaklarında açların bayıldığı, hastane kapılarında hastaların öldüğü, caddelerinde yoksulların dilendiği ve kuytu köşelerinde çocukların satıldığı bir şehirde yaşıyoruz. Ama olayları öylesine kanıksamışız ki; bakarız görmeyiz, görürüz anlamayız.” diye tam kırk iki yıl önce 13 Ocak 1971 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde rahmetli İlhan Selçuk’un yazdıklarını da göstermek isterim.
Yani bu nadide şehirde, aradan yüzyıllar geçsede değişmeyen bir armoni var. İşte bunu yakalamak ve İstanbul’u tanıyarak bu şehirle kucaklaşmak gerek.
Şimdi 30 Mart 2014 tarihinde yapılacak Yerel Seçimlere, Büyükşehir Belediye Başkan Adayları ile 39 ilçenin taliplisi onlarca aday heyecanla giriyor. Ancak dediğim gibi “İstanbul’un Ruhu”nu yakalamak gerek… Ben bu ruhun, Evliya Çelebi’nin yazdıklarında gizli olduğunu düşünüyor ve adaylara Evliya Çelebi’nin yazdıklarını anlamaya davet ediyorum.
Yine Evliya Çelebi’den başkan adaylarına bir hadise nakledeyim; İstanbul’un fethi tamamlanıp çatışmalar bittikten sonra Fatih Sultan Mehmet Hanı’ın, askerlerine Okmeydanı’nda kendisinin de bizzat hizmet etmek sureti ile tuz, ekmek ve yemek dağıtarak hizmet ettiğini, yemekten sonra da ulemanın mübarek ellerine ibrikten su dökerek yıkadığını ve üç gün üç gece bu işleri yaparak nefsini kırdığını anlatır. İşte bu da İstanbul’u fetheden ve bugüne kadar yaşatan ruh!
Son örneğimizde İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya’da kılınan ilk cuma namazından olsun: “Müminler, Ahzab Suresi’ni yüksek sesle okuyan müezzinler tarafından namaza çağrıldı. Sonra Akşemseddin ve Karaşemseddin kalktılar, sultanın iki koluna girdiler; Akşemseddin kendi sarığını sultanın başına koyup bu sarığa siyah ve beyaz renkte iki turna tüyü iliştirerek eline de çıplak bir kılıç tutuşturdu. Böylece mimbere çıkan Fatih, davudi sesiyle “Elhamdülillahi Rabbilalemin” deyince bütün Müslüman gaziler ellerini havaya kaldırıp, bir sevinç çığlığı attılar. Fatih hutbeyi okudu ve inince imamlığa devam etmesi için hocası Akşemseddin’i davet etti”…
Tekrar ediyorum, bence herkesin Evliya Çelebi’yi okuması ve ondan sonra gittiği, gezdiği, yaşadığı yerlere bir kez daha dikkatlice bakması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin ben Budin’i (Budapeşte – Macaristan) Evliya Çelebi’nin yazdıklarını bilmeden görseydim; Budin’in ne kadar Türk olduğunu anlayamaz ve halen bizim için orada bekleyen ve Allah’ın hikmeti ile yerinden oynatılamayan Gül Baba’nın, ne ile görevlendirildiğini hissedemezdim!
Tabii onu okumak ve anlamak görevi de, ilk önce halka hizmete talip olmuş adaylara düşüyor. Garip bir seçmenin tavsiyesidir, arz ola!..