Doç. Dr. Süleyman Ateş’in 16 Nisan 1976 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığına atanması ile başlayan Diyanet’te İlahiyat fakülteli akademisyenler döneminin son geldiği nokta, il Müftülüklerine de ilahiyat fakültesi öğretim üyelerinin atanmaya başlaması ile merkez ve taşrada çalışan Diyanet mensupları arasında ciddi endişelere yol açmıştır. Bu sebeple de bu konunun tartışılması gerektiği kanaatine vardık.
1976 yılında Sayın Ateş’le başlayan uygulama 1978 yılında fakültesine dönmesiyle sona ermişti. Ondan sonra atanmış olan Tayyar ALTIKULAÇ, önceleri Cami hizmetlerinde görev yapmış olması, öğretmenlik ve öğretim üyeliği sonrasında da Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı ve Din Öğretimi Genel Müdürlüğü görevinde bulunmuş olması sebebiyle yadırganmamış, kurumsal bilgi ve tecrübeye sahip oluşu sebebiyle “yabancı” olarak değerlendirilmemişti.
Doç. Dr. Mustafa Sait Yazıcıoğlu’nun atanması da, aynen Sayın Ateş’in atanması gibiydi ve kurumsal bilgi ve tecrübesi olmayan genç birisiydi. (17 Haziran 1987 3 Ocak 1992 yılları arasında) beş yıl kadar Diyanet İşleri Başkanı olarak görev yaptı.
Görevden ayrılırken, “tam Diyanet’i öğreniyordum, görev süremi uzatmadılar” şeklinde son derece önemli ve doğru bir açıklama yaptı. Diyanet’i ve Diyanet çalışanlarını unutmadı. Özellikle İmam-Hatip Lisesi mezunlarının eğitim seviyesinin yükseltilmesi ve görevde iken 32 bin kişinin iki yıllık ön lisans eğitimi almasını sağladı.
Tecrübesiz ama iyi niyetle çalışan Sayın Yazıcıoğlu, o tarihte akademisyenleri ve akademisyenliği çok önemsiyordu. Diyanet’e araştırma metotları getirecekleri beklentisi ile çıkarttığı bir KHK ile Din İşleri yüksek kuruluna altı akademisyen atanmasını sağladı. Son çıkan 6002 sayılı kanun da bu yapıyı korudu.
1991 yılından bu tarafa Din İşleri Yüksek Kurulu çalışmalarına atanmış akademisyenlerin her hangi bir katkısı, getirdikleri olmadı. Kurul adına yaptıkları araştırma da bulunmuyor.
Sayın Yazıcıoğlu, geçtiğimiz aralık ayı sonunda, Ankara’da “Diyanet Emeklileri Derneği merkezi”nde yaptığı sohbet konuşmasında, “akademisyenlerin ayakları yere değmez” diyerek özetledi. “Akademik çalışmanın uygulama ayağı olmadığı”na vurgu yaparak eleştiriler yaptı.
Çalışma hayatının çoğu Diyanet İşleri Başkanlığı’nda, bir kısmı da Kültür Bakanlığı’nda geçmiş olan M. Nuri Yılmaz da kurum personeli iken Başkanlığa atanmıştı.
28 Mayıs 2003 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı görevine atanıp, 11 Kasım 2010 tarihinde görevini Prof. Dr. Mehmet Görmez’e bırakan Prof. Dr. Ali Bardakoğlu Diyanet’in yurtiçi ve yurtdışı teşkilatlarına doktora ve diğer akademik çalışmalarında desteğini gördüğü akademisyenlerle sınıf arkadaşlarından atamalar yaptı. Kurumun kamu kurumu özelliklerini azaltarak, kendisinden sonra daha fazla akademisyen atanmasının önünü açtı.
Tam bu noktada sormalıyız: Akademisyen kimdir ve ne iş yapar?
AKADEMİSYEN KİMDİR VE NE İŞ YAPAR?
2547 sayılı yükseköğretim kanununun 3. Maddesinin ( m) fıkrası akademisyen olarak, Yükseköğretim kurumlarında görevli profesör, doçent ve yardımcı doçentler”i sayıyor.
– Peki bunlar ne iş yaparlar?
–
Onu da aynı kanunun 22. Maddesi belirlemiş:
“ a. Yükseköğretim kurumlarında ve bu kanundaki amaç ve ilkelere uygun biçimde önlisans, lisans ve lisansüstü düzeylerde eğitim – öğretim ve uygulamalı çalışmalar yapmak ve yaptırmak, proje hazırlıklarını ve seminerleri yönetmek,
b. Yükseköğretim kurumlarında, bilimsel araştırmalar ve yayımlar yapmak,
c. İlgili birim başkanlığınca düzenlenecek programa göre, belirli günlerde öğrencileri kabul ederek, onlara gerekli konularda yardım etmek, bu kanundaki amaç ve ana ilkeler doğrultusunda yol göstermek ve rehberlik etmek”
Bu görevler arasında, devlet memurluğu kariyeri ve liyakatinin bulunmadığında ise, kuşku yoktur.
9 Aralık 2011 Türk Eğitim Sen’den yapılan açıklamaya göre Akparti Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş, "beğenmeyen öğretmen ve akademisyenler başka iş yapsınlar. Zaten ne iş yapıyorlar? Git git gel." demiş. Bize göre de doğru söylemiştir.
AKADEMİSYENLERİM KAMU KURUMLARINDA GÖREVLENDİRİLMESİ
Akademisyenlerin kamu kurum ve kuruluşlarında görevlendirilmeleri YÖK kanununun 38 maddesine yapılmaktadır:
“Madde 38- Öğretim elemanları; ilgili kurumların talebi ve kendisinin muvafakati, üniversite yönetim kurulunun uygun görmesi ve rektörün onayı ile ihtiyaç duyulan konularda, özlük işlemleri kendi kurumlarınca yürütülmek kaydıyla, diğer kamu kurum ve kuruluşları ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarında geçici olarak görevlendirilebilir. … ”
Bu konuda bir de Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe onulmuş uygulama yönetmeliği vardır: “DEVLET MEMURLARI GEÇİCİ SÜRELİ GÖREVLENDİRME YÖNETMELİĞİ”
Bu yönetmelikte de şu hükümler yer almaktadır:
“Geçici Süreli Görevlendirme Halleri:
Madde 3
a) 7 ve daha yukarı bir dereceden göreve ilişkin boş bir kadronun bulunması,
b) Kurum içinden bu görevi yürütecek elemanın kısa sürede sağlanamaması,
c) Görevin, yetenekli ve iyi yetişmiş personele ihtiyaç gösteren işlerden olması, hallerinde geçici süreli görevlendirme mümkündür.
Geçici Süreli Olarak Görevlendirilecek Personele İlişkin Şartlar:
Madde 4 – Memur:
a) Görevin gerektirdiği şartlara sahip olması ve yapılacak işin mesleği ile ilgili bulunması”
DİYANET GENELBÜTÇEYE DAHİL KAMU KURUMU
Diyanet İşleri Başkanı anayasamızın 136. Maddesinde ifadesini bulan, genel idareye dahil bir kamu kurumudur. Laiklik ilkesi gereği olarak da, siyaset dışı alan içinde yer alan bir kurumdur. Çalışanları (Diyanet İşleri Başkanı dahil) 657 sayılı devlet memurları kanununa tabidir.
Bakınız bu kanun “Temel ilkeler” başlıklı 3. Maddesinde neler diyor:
“Madde 3 – Sınıflandırma:
A) Devlet kamu hizmetleri görevlerini ve bu görevlerde çalışan Devlet memurlarını görevlerin gerektirdiği niteliklere ve mesleklere göre sınıflara ayırmaktır.
Kariyer:
B) Devlet memurlarına, yaptıkları hizmetler için lüzumlu bilgilere ve yetişme şartlarına uygun şekilde, sınıfları içinde en yüksek derecelere kadar ilerleme imkanını sağlamaktır.
Liyakat:
C) Devlet kamu hizmetleri görevlerine girmeyi, sınıflar içinde ilerleme ve yükselmeyi, görevin sona erdirilmesini liyakat sistemine dayandırmak ve bu sistemin eşit imkanlarla uygulanmasında Devlet memurlarını güvenliğe sahip kılmaktır”.
Bu kanun hükümlerine göre devlet memurluğu:
1. Ayrı bir kariyerdir.
2. 657 sayılı kanun her memurun aday memur olarak göreve başlamasını, eşit imkânlarla yükselmesini ve en üst mevkilere kadar çıkmasını “devlet memur güvenliği” olarak tanımlamaktadır.
Yeni dönemde boşalan veya boşaltılan her kadroya aynı cemaat veya tarikata mensup akademisyen getirilmesi:
1. Devlet memurluğu kariyerini yok saymaktadır,
2.Devlet memurluğu güvenliğini kaldırmaktadır,
3.Görevde yükselmeyi imkânsız hale getirmektedir.
Diyanet’te Diyanet’i yöneten kendi çalışanları liyakatsiz, kendi işlerini beceremeyen, yıllarca çalıştıkları kurumu yönetmeyi öğrenememiş insanlar olduğu fikrini doğurur mu, doğurmaz mı?
Bu fikir kime, niçin ne kazandırır?
Şu anda Diyanet’te dini Yüksek okul mezunu olarak görev yapan; memur, şef, şube müdürü, Murakıp, Vaiz, İlçe müftüsü, il Müftü yardımcısı, Uzman ve diğer kadrolarda çalışan ve yükselme umudunu kaybetmiş personelin bozulmuş moralini düzeltmek ve geleceğe umutla bakmasını sağlamak nasıl mümkün olacaktır?
Gelecek umudu olmayan memurla kurum ne kadar başarılı olabilir?
Bu devleti yönetenler, aydınlar, demokratlar, sivil topluk örgütleri yöneticileri ellerini vicdanlarına koysunlar ve bunun doğru olup olmadığına karar versinler.
İLAHİYAT FAKÜLTELERİ BOŞALACAK BEKLENTİSİ
Diyanet’in uygulamaya koyduğu personel politikası çalışanlarda ciddi endişelere yol açarken, personel arasında bazı esprilerin de ortaya çıkmasına sebep olduğu görülüyor.
Diyanet çalışanları, bu gidişle nesıl olsa ilahiyat fakülteleri boşalacak. O zaman da ya ilahiyat fakülteleri kapanır, ya da İlahiyat fakültesi hocalıklarını da yükselemeyen Diyanet çalışanlarına verirler, demektedirler.
UYGULAMA ÖRNEKLERİ BAŞARISIZ
Bir süre devlet bakanlığı da yapmış olan Sayın M.S. YAZIOĞLU’nun dediği gibi, “akademisyenlerin ayakları yere basmamakta”, devleti tanımamakta, nasıl işlediği hakkında bilgileri bulunmamaktadır. Ayrıca kamu kurumlarının kurumsal kültürü ve kurumsal kimlikleri hakkında da her hangi bir bilgiye sahip olmamaktadırlar.
Belli bir bilim dalında akademik kariyer yapmak için de bunlara ihtiyaç yoktur ve bu özellikleri taşımamaları da akademisyen olarak eksiklik olarak değerlendirilemez. O ayrı bir şeydir.
Bu bakımdan Diyanet işleri Başkanlığında akademisyenlerin başarısız olmaları, akademik kariyerlerine nakisa getirmez.
Prof. Dr. Süleyman Ateş, Başkanlıktan ayrıldıktan yıllar sonra, Samsun 19. M.Ü. İlahiyat fakültesi öğretim üyesi iken, Büyük Otel’de tarafımdan verilen bir konferans sonrasında, Başkanlığa çok genç yaşta gelmenin doğru olacağını, bunu zamanında düşünemediğini, tecrübe eksikliğinden sıkıntı çektiğini anlatmıştı.
Dört yıl Paris Din Hizmetleri Müşavirliği yapmış olan prof. Dr. Ömer Faruk Harman, görev dönüşü fakültesine döndükten kısa bir süre sonra Ankara’da Başkent Öğretmenevi’nde katıldığı Dinler tarihi ile ilgili bir sempozyumda, bu görevin akademik faaliyetlerine dört yıl zarar verdiğini, açıklamıştı.
Demek ki, böyle bir zararı önceden kestirememişti veya bilemiyordu. Bilse belki gitmeyecekti?
İlahiyat akademisyenlerinden Diyanet’te görev yapmış en iyi örnek olabilecek kişi –her halde- aynı zamanda hukuk Fakültesi mezunu ve altı al kadar da Ağırceza Mahkemesi Hakimliği yapmış olan Ali Bardakoğlu olmalıdır.
Sayın Bardakoğlu ile ilgili pek çok örnek vardır. Ancak biz, sadece iki örneği anlatmak istiyoruz:
1. Göreve yeni başladığında, Ankara il ve ilçe Müftüleri tebrik amacıyla ziyaret ederler. Ankara il Müftüsü ilçe müftülerini tek tek takdim eder. Tebrik amaçlı geldiklerini arz eder.
Sayın Başkan biraz da sert bir üslupla sorar:
— Kasaba Müftüleri nerede, onlar niçin gelmediler?
Toplantıda hazır bulunan herkes şaşkınlık içindedir. İl Müftüsü ayağa kalkıp:
—Sayın Başkanım, kasabalarda Müftülük teşkilatı yok, sadece il ve ilçelerde Müftülük var, arz ederim, der.
Tabi, peşinden gülüşmeler olur.
2. Sayın Bardakoğlu’nun Başkanlığı döneminde Sayın M.Sait Yazıcıoğlu Bakan’ken kanun tasarısı taslağı çalışmaları önemli bir yer tutmuştu. Benim başkanlığımda Teftiş kurulunda kurulan bir komisyon da, bu günkü “müsteşarlık” şeklinde bir teşkilatı ısrarla anlatıyor, savunuyorduk. Kendilerine bilgi arz etmek için makamında gereken görüşmeleri yaptık, tam kalkarken bana,
—Sen kal, diğer arkadaşlar gidebilir, dedi. Arkadaşlar gitti.
Bana:
—Diyanet mutlaka Müsteşarlık olsun, genel müdürlükler kurulsun, diye ısrar ediyorsun. Bu genel müdürlükler kurulduğunda, doğrudan Başbakan’a mı, yoksa Bakan’a mı bağlı olacaklar? Dedi.
Hiç beklemediğim bir şeydi.
Sayın Başkanım, bunu nasıl sorarsınız, siz hukukçusunuz ve “devlet teşkilatı” diye bir ders okudunuz, dedim
—Ya… Bırak onu. Sen soruma cevap ver, dediğinde, sorunun benimle dalga geçmek için sorulduğunu anladım ve kendilerine,
—Sayın Başkanım, bu gün Muavinlerinize, idare etsinler diye dire başkanlıkları dağıtmıyor musunuz, dedim. Genel Müdürlükler kurulduğunda da genel müdürlükleri yönetmesi için muavinlerinize dağıtacaksınız. Değişen bir şey yok, dedim.
—Peki, bütün bakanlıklarda durum aynı mı diye, yeni bir soru daha sormuştu.
Sayın Bardakoğlu, hukukçuluk tarafı olmasa veya Hadis hocası olsa, kim bilir daha neler sorardı?
İstanbul Müftüsü Sayın Çağırıcı’nın proje diye, İstanbul Valiliğinden uygulama olurları aldığı ve Müfettişler veya Müftülük personeli tarafından “böyle şeyler olmaz” diye iptal ettirdikleri işler ise, tam komediliktir.
Basına akseden açıklamalarından, “İstanbul’daki camilerin helâlarını bize versinler, bütçeden para istemem” şeklindeki açıklamasının Başkanlık yetkililerince ciddi bir öneri gibi kabul edilip, tasarılardan birine monte edilişi var ki, tam “İnek Şaban”lık komedidir.
Sayın Çağırıcı darılmasın, ama en başarısız İstanbul Müftülerinden biri olarak anılacaktır.
Sayın Başbakanımızın ve Diyanet İşleri Başkanı’nın bir an önce İlahiyat Fakültesi öğretim üyeleri getirerek, Diyanet kurumunu yıpratan, çalışanları umutsuzluğa sevkeden yanlıştan dönmeye çağırıyorum.
“MELE” MESELESİ DAHA BÜYÜK YANLIŞ
Terör örgütünün “alternatif Cuma” diye meydanlarda, eğer namaz diyeceksek, “protesto namazı” diyebileceğimiz göstermelik namazı kıldıranların en az yarısının, daha önce Vekil İmam-Hatip olarak göreve girmiş “Mele”lerden Diyanet’ten emekli olmuş kimseler olduğunu bölgede görev yapan meslektaşlarımız ısrarla belirtmektedir.
Bu göz önünde bulundurulmalıdır.
12 Eylül sonrasında, Diyarbakır ve ilçelerinde camisi olmayan mezralara, sadece iktidar partisine mensup “ağa”nın hizmetinde bulunmak üzere tayin edilmiş “Mele”lerden bir tek insan çıkıp da, “ben din adamıyım, dindar adamım, camisi olmayan yerde ne iş yapacağım da devletten İmamlık aylığı alacağım” dememiştir. 12 eylül sonrasında bu durumu hazmedemeyen vatandaşların şikayetleri üzerine bu tür atanmış “Mele”nin görevine son verilmiştir. Bunlardan pek çoğu da, “belediyelerden alınan “sahte sicil özeti” ile naklen atanmıştı. Bu sahte belgeler de ciddi sayıya ulaşmıştı.
Bunlara ilişkin belgeler Diyanet birimlerindedir. Bu örnekler mutlaka incelenmelidir.
12 Eylül döneminin en önemli Nakşi şeyhlerinden olan “Mele” bir zat, ihtilalciler tarafından öne çıkarılıyor, özellikle Ülkücülerin bunun tarikatına girmesi için çaba sarf edildiği günlerde, Bu zatın ilerde problemlere sebep olabileceğinden bahsedilerek, hiç olmazsa, problem çıktığında kurumda bilgi bulunması amacıyla ne olduğu, ne yaptığı konusunun araştırılması istenmişti.
Kendisi de “Hafız” zamanın Diyanet İşleri Başkanı Dr. Altıkulaç, Hafız iki müfettiş görevlendirmişti. Bunlar Şeyh Efendi’nin kasabasına giderek, kimliklerini açıklayıp, bir hafta misafir olmak istediklerini bildirmişler ve orada kalmışlardı. Akşam, yatsı ve sabah namazlarını –özellikle- Şeyh Efendinin arkasında kılmışlar, kaldıkları yere gelince iade etmişler. Yazdıkları raporlarına da,
“Bu şahsın okuduğu Kur’anla kıldığı ve kıldırdığı namazlar sahih olmayacağından iadesi gerekir” yazmışlardı.
Hem sûfi Şeyh, hem de en büyük “Mele”lerden biri budur.
Diyarbakırlı olup, İzmir Müftülüğü yapmış gerçek “Molla” sayılır bir zat, tanıyıp bildiği veya kendisinden İzmir’e atanması istenen doğulu pek çok adamı “Mele”yi İzmir ve ilçelerine İmam-Hatip olarak atamıştı. Bunların pek çoğunun Kuran okuyuşu sahih değildi.
İmam İzmir’de oturuyordu, görev yeri olan Torbalı ilçesine zaman zaman, özellikle de Cuma günleri gidiyordu.
Şikâyet üzerine yapılan soruşturmada, okuduğu Kuran ayetlerinin Arap gramerine göre dosdoğru açıkladığı halde, Kur’an’ı sesle okurken yanlış okuduğu; mesela Fatiha Suresini; “Ehlamdü Lillahu” diye okuduğu yazılıyordu.
Rapor uygulandı ve adamın çocukları da göz önünde bulundurularak, meslekten atılma yerine, yardımcı hizmetlere-kendi isteği de göz önüne alınarak– atanmıştı.
Bu gibi pek çok kötü örneği bir yana, diğer yanda ilahiyat fakültesi mezunu, iş bulamadığı için pazarcılık, amelelik yapanlar dahil, pek çok tahsilli insan dururken ilkokul mezunu, yaşları memuriyete giriş yaşını doldurmuş insanların memuriyete alınması bu topluma izah edilemez.
Bir şey daha var: Kuran-ı Kerim’i düzgün okuyan “Mele” ya Hizbullahçı veya Siyasi İslamcı bölücü anlayışa sahiptir. Bunlar dışında Kur’an okumayı doğru bilen kaç Meleniz var?
Namazda kuran okumak Farz olduğuna göre, “varsın Kuran okumayı bilmesin” denilemez.
Bir de PKK’lı “Mele”ler var: Abdurrahman Dürre örneği gibi.
Hakkında yapılan soruşturmada, “bu bölücü Kürtçü fikirler benim el yazımdır. Ancak bana ait fikirler değildir. Norşin’de kendilerinden okuduğum Hocalarımın ders notlarıdır, görüş onların görüşüdür” diyen A. Dürre, PKK’nın Şeyhülislam’ı ve sürgünde Kürt parlamentosu üyesidir. Emekli Müftü Maaşı almaktadır.
Bu millet yeni Dürre’ler istememektedir.