Demokrasi kültürü olmayan ülkelerde demokrasi, yönetim erkinin aracı olmaktan kendini kurtaramaz.
Orada “her şeyin en iyisini ve en doğrusunu bilen büyükler” yani iktidardakilerin olduğu düşüncesi egemendir. Yine orada zihniyet geniş halk kitlelerinin “padişahım çok yaşa” geleneği süreç içinde “kurtar bizi baba”ya oradan da “sen bizim her şeyimizsin” anlayışına evrilir.
Yaşanan kültürde eskiden ağanın fikrinin üstüne fikir konulmaz anlayışı yeni durumda iktidarın koyduğu taşın üstüne taş koymak had aşmak olarak değerlendirilir.
Bu bağlamda biçimlenen yeni durumun kavramları, sloganları ve söylemleri özgürlükçü, uygulamaları baskıcı nitelikte olabilir.
Sonuçta konuşmalarını kudret elitleri “ey” ile başlar, “hey” ile bitirir.
Muhalif düşünce sahipleriyse her anlamda bir söyleyip bin işitme durumuyla karşı karşıya kalırlar.
Dahası orada muhalifin yediği yumruk sorun olmazken iktidarın işittiği söz millet ve devlet sorunu olur.
Her gün, her gelişme üzerine bir kişinin konuştuğu, onun konuştuklarının propagandasını yapan onlarca televizyon ve medya unsurunun bulunduğu, hem devleti hem partiyi hem milleti hem de değerleri temsil eden bir kişinin olduğu yerde demokratik siyaset değil asimetrik siyaset vardır.
Asimetrik siyasetin olduğu yerde siyaset alanı biçimsel olarak herkese açık olsa bile siyaset meydanına giden yollar gerçekte muhalifler için kapalıdır. Daha açıkçası böyle bir yerde siyasi, ekonomik, sosyal ve medyatik şartlar eşit değildir. Şartların eşit olmadığı yerde de milletin iradesi adil ve hakkaniyetli bir biçimde teşekkül etmez.
Demokrasiden ancak “şartların eşit kılınması” halinde bahsedilebilir.
Bir sistemin demokrat görünmesi başka bir şey söyleminin demokrat olması ise daha başka bir şeydir. Türkiye’de her alanda olduğu gibi demokrasi ve özgürlükler konusunda da nominal bir anlayış vardır. İnsanlar Türkiye’de bir kavramın sözünden bahsetmenin özünden bahsetmek anlamına geldiğini sanıyorlar ve tabii ki yanılıyorlar.
İşin vahimi de iktidara muhalif olanların iktidarın asimetrik siyaset şartlarına, tepeden inmeci ve baskıcı yanlarına demokratik olmadığı için karşı çıkmamalarıdır. Aksine aynı baskılara kendileri yapma imkânına sahip olmadıkları için karşı çıkıyor olmalarıdır. Çünkü muhalif siyasiler iktidarı kendilerine karşı baskıcı olmakla suçlarken kendileri de kendi içlerindeki muhaliflerine karşı içeride daha şiddetli baskı uygulamaktadır. İktidarın muhalefete yaptığını muhalefet de kendi içindeki muhaliflere karşı yapmaktadır. İktidar ve muhalefetin bu kadar çok parti doğurmasının nedeni budur.
Sorun anti demokratikliği ya da adaletsizliği siz yapıyorsunuz ama biz yapamıyoruz sorunudur!
Güç bozar anlayışı!
“İktidar bozar mutlak iktidar mutlaka bozar” algısı siyasetin gerçekliğidir. Montesquieu, “tarihi deneyimler bize öğretmiştir ki, güç sahibi herkesin kendisine bir sınırlama getirinceye kadar bunu kötüye kullanma temayülündedir” der. O halde öyle düzenlemeler yapılmalıdır ki gücün bu kötüye -yani kendi lehine muhalifler aleyhine- kullanımı başka bir güç tarafından önlenebilsin.
Burada devreye kuvvetlerin ayrılığı giriyor. Her devlette üç kuvvet vardır. Bunlar yasama, yürütme ve yargıdır. Eğer yargı gücü yasama ve yürütmeden bağımsız kılınabilirse özgürlükler baskıdan kurtulmuş oluyor.
Bu üç kuvvet tek bir kişide, bir kurumda ya da kurulda toplanırsa demokratiklik yönünden her şey anlamını kaybeder, orada özgürlükten ve demokrasiden söz edilemez!
Bu yüzden yürütmenin tasarruflarının yargının denetimine tabi tutulduğu devletler ancak hukuk devleti haline gelebiliyor. Eğer yargı gücü yürütme ya da yasamaya tabi olursa bu defa da yargı despot bir yönetimin aracı haline geliyor.
“Kılıcı kınına kılıç koyar” deyimi gücün ancak başka bir güçle despotizmin aracı olmaktan çıkarılabileceğini anlatır!