Ethem Göktürk
Kültür ve edebiyat dünyasında Sancı, deyince akla ilk önce; bin dokuz yüz seksen öncesi gençliğinin dramını anlatan yazar, Emine Işınsu gelir. Işınsu, Sancı isimli kitabında önde giden Önkuzuların, Süleyman Özmenlerin acıklı hikâyelerini kaleme almıştır. Eğer bir kalp, taş haline gelmediyse Sancı’yı okurken o yüreği taşıyan bedendeki gözlerden mutlaka yaş gelir.
Edebiyatımızın aynı sürükleyici üslup ve aynı samimiyetle kalemini kullanan ikinci Emine’si, emekli Edebiyat öğretmeni Emine Özgenç’in ilk kitabı; “Eylül 12’den Vurdu” yu okumaya başlar başlamaz kendinizi bir anaforun içinde buluyorsunuz.
Tecrübe basamaklarını henüz tırmanmamış gençlik, sıkıntıların sığınağında bir annelik, kanunlar karşısında kaçkınlık, yokluk, ciddiye alınmayan ölümcül hastalıklar ve işkencenin bin türlüsü bu anaforun içinde yerini almış durumda. Öyle anlaşılıyor ki Özgençlerin yaşantılarından kitaba yansıtılanlar; Hatay, Samsun, Yozgat ve Ankara-Mamak dörtgeninde yaşanan dramların sadece bir bölümü.
Ülkemizde 12 Eylül Darbesine tepkisini ortaya koyabilenlerin sayısı oldukça az. Emine Özgenç hanımefendi, güçlü kalemiyle bu azınlığın içerisinde yer alıyor. Eşi ve ailesinin o dönemde yaşadıklarından yola çıkan yazarın ilk eseri olan, Eylül 12’den Vurdu; bir yılda dört baskı yapmış. Yaşanmışlıkları dile getiren öyküler birbirini tamamladığı için kitap yer yer anılardan örülmüş bir roman özelliği taşıyor.
Akıcı bir üslupla kaleme alınan eser; “Ben okumayacağım!” öyküsüyle konuya giriş yapıp okuyucuyu güçlü bir bağla kendisine çekiyor. Henüz evliliklerinin yirminci günündeyken Matematik öğretmeni Şahan’ın uydurma suçlarla tutuklanması, Nemrut’un yaptıklarını bile gölgede bırakan bir sürü işkenceden geçtikten sonra serbest bırakılması, iftiralarla tekrar arananlar listesine alınması ile çiftin hayatı kararıyor. İkisi de kaçak duruma düşüyor. Şahan’ın bir ispiyonla yakalanmasıyla Emine tek başına kalıyor. İki çocuğu ile aç sefil, her gün biraz daha zorlaşan hayatı göğüslemeye çalışıyor.
Kitabın özellikle; “Hâkime Hanım” , “Durdu Memet”, “Kumpas” isimli öyküleri insanı öyle bir kavrıyor ki adeta: “Beni bitirmeden bırakamazsın” diye kurtulması imkansız bir mengeneye alıyor, bırakmamacasına.
“Cemreler düşmezmiş Mamak’a” isimli bölümde yazar; havanın soğukluğundan yola çıkarak dondurucu binaları, adı bile insanı üşüten zindanı ve yüreği buzlu cam gibi matlaşmış, insan görünümlü yaratıkların buz kesen soğukluğunu gözler önüne seriyor.
Onlar, yokluğa sabır zenginliği ile katlanıyorlar. Vefasızlığı, Allah’a teslimiyetle alt ediyorlar. Adaletsizliği tefekkürle işkence canavarlarının acımasızlığını, mutlak adalet gününe olan inançlarıyla yeniyorlar.
Yusufiyelilerin ve onların dışarıdaki yarıları, canları eş ve çocuklarının yürek burkan hikâyeleri sizi sımsıkı yakalıyor.
12 Eylül Zihniyetinin akla ziyan “Karıştır Barıştır” mantığıyla insanları devletten, milletten, Atatürk ve İstiklâl Marşımızdan nasıl uzaklaştırdığı çarpıcı bir şekilde dile getirilirken haklı olarak: “Bilmiyorum,12 Eylül’ün altına imza atanlar ve 12 Eylül sonrası zulmü planlayanlar kadar Atatürk’e ve İstiklâl Marşımıza ihanet eden var mıdır?” diye soruyor, yazar.
Haksız infazların titreyen ipi utandırdığını buna karşılık gencecik bedenleri şahitsiz delilsiz ipe gönderenlerin utanmazlıklarını ibretli misallerle anlatıyor.
Tutuklulara verilen yemekleri karşılayan eller tasvir edilirken: “O eller ki pirinç pilavına özellikle serpiştirilmiş taşları ayıklamaya fırsat bulamadan, yedi kişiye verilen bir tabak pilavdan, bir kaşık alabilmek için aceleyle uzanırdı tabağa…” deniliyor. Ve “Bulgurda, fasulyede kurtları ayıklamak şöyle dursun görmemeyi öğrenmişlerdi çoktan.” diyerek biçare gözlerin durumunu, okuyucunun zihnine kazıyor adeta.
Bunca zorluklara ve belirsizliklere rağmen yıkılmayan Özgenç ailesinin dayanabilme formülü de bir baba nasihatiyle aktarılıyor okura: “Eş demek, bizzat kişinin kendisi demektir. Eşini kendinden ayrı düşündüğünde, o, evlilik değildir. Ona gelen kaza bela kendine gelmiş, onun sevinci huzuru kendinin de huzuru olmuştur. Onun duygusunu hisseder, onun ne düşündüğünü bilir, onun katlandığına katlanır iki ayrı beden. Ama tek ruh gibi yaşar… Kara gün kararıp kalmaz!”
Nitekim, şahitsiz, delilsiz olarak altı yılı aşkın o zindandan bu zindana atılan, işkencenin her türlüsü reva görülen on binlerce masum gibi Şahan Özgenç’in mahkemesi de beraatla sonuçlanıyor. Geriye yaşanmadan kaybolan yıllar ve hastalıkları miras bırakarak.
Yazarın, terazisi şaşanlara da iki çift sözü var: “Ya siz, yıllardır eşimi çocuklarımın babasını delilsiz şahitsiz tutuklayan hâkimler! Başıma gelenlerden ve gelebileceklerden ne kadar sorumlu olduğunuzu hiç düşündünüz mü? Şu günlerde gazetelerin üçüncü sayfalarına düşen zavallı kadın resimlerinin ne kadarında siz de varsınız? … Doldurduğunuz koltukta verdiğiniz kararlarla adalet dağıttığınızı sanırken kaç aileyi felakete sürüklediğinizin farkında mısınız?” diye dönemin ilgililerine alışık olmadığımız sorular soruyor.
Emine Hanım, insanların zihninde ne kadar kutsal değer varsa; 12 Eylül darbesinin hepsini tam 12’den vurup onulmaz yaralar açtığını yaşadıklarını şahit tutarak anlatıyor. Sözün kısası kitapta baştan sona kadar anlatılması zor, dayanılması daha da zor bir sancı dillendiriliyor.
Okuyunca görülüyor ki Emine Işınsu’nun Sancı’sı ile Emine Özgenç’in Eylül 12’den Vurdu’da dillendirdiği sancının acıları yıllar sonra birbirini tamamlıyor.
Bize de tebrik etmek düşüyor.
21 Şubat 2012
Yazara www.eylul12denvurdu.com adresinden ulaşabilirsiniz.