İnsan bir tehlike karşısında bütün dünyasını ona karşı düzenliyor. Dolayısıyla düşünce sistemi de tehlikeye göre şekilleniyor. Böylelikle milleti bir vücuda benzetmek, organların çalışma sistemini de devlet gibi düşünmek mümkün.
Devlet (organlar bütünü) bir sistem içinde çalışıyor. Beyin sistemi yönetiyor, kalp sisteme oksijen taşıyor ve temiz kanı vücuda pompalıyor, kirli kanı karbondioksitten temizliyor, akciğer dışarıdan oksijeni alıp karbondioksiti tahliye ediyor, karaciğer enerji depoluyor. Diş öğütüyor, mide iyice harmanlıyor, bağırsaklar emiyor ve sisteme yararlı olanları verip, gereksizleri atıyor. Göz görüp, kulak duyup, dil tadıp, burun koku alıp deri hissediyor. Herhangi bir küçücük kemik, bunları tutan kasın da bir fonksiyonu var. Bazıları olmazsa yaşam son buluyor ama olmasa da olur denenlerin dahi eksikliğinin derhal etkisini gösterdiği bir sistem. Hâsılı tıkır tıkır çalışan bir sistem söz konusu.
Çalışırken kuralları var. Herhangi bir mineral ya da vitamin veya protein eksiği yahut fazlalığı sisteme sıkıntı yaratıyor. Kuralın dışına çıkmak da yasak. Bazen yasağın dışına çıkıp yasağa uyulmadığı oluyor ama bedelini ödemek kaydıyla. Vücut sinyal vermeye başlıyor ve hasta oluyor. Bazen eksiği tamamlamak ya da fazlayı düşürmek için müdahaleler yapılıyor ancak tedbir de alınıyor. Tedbirsizce yapılanların düzelmesi de yıllar sürüyor.
Bağışıklığımız ne âlemde?
İşte vücudun (millet) organlar bütününü (devlet) çalıştıran bu kuralların bütünü için hukuk demek mümkün. Kurallar manzumesi. Ve hukuk bir toplumun bir arada yaşamasını sağlayan en önemli unsurlardan birisi. Hem de en önemlisi. Bağışıklığı yenilmez kılacak en güçlü savunma sistemi.
Görülen o ki hukukumuz da –neredeyse- solunum desteği (entübe) ile yaşatılan Koronavirüs hastası gibi olmuş. Nasıl olmasın? On sekiz yıldır mütemadiyen reform yapılıyor. Her defasında bünye başka bir yerden pıhtı atıyor ve sistemi tıkıyor. Hatta bazen aynı yerden yeni bir reform devreye giriyor. Ameliyat sonrasında problem yaşayınca tekrar ameliyat edilen hasta gibi, bir seri ameliyata yatırıldı. Ama arada yanlış teşhisler konunca bazıları hiç gerekmediği hâlde yapıldı.
İlk sert müdâhale 2007’de Cumhurbaşkanını halkın seçmesi ile ilgili değişiklikle yapıldı. Hodri meydan diyerek yapılan bir değişiklikti. Referandumda eksik bırakılan, yapılacak ilk cumhurbaşkanı seçimini halk mı yapacak meclis mi sorusuna da yeni bir referandumla cevap aradık. Bütün operasyonlar bir menzile ulaşmak içindi. Hele de en büyükler… Önceleri farkına varılmamıştı ama etkileri 2014’deki ilk cumhurbaşkanı seçimlerinden sonra görülmeye başlandı.
İkinci en büyük müdâhale 12 Eylül 2010 referandumu ile oldu. “Jüristokrasi [yargıçlar devleti H.P] bitti. Vesayet sona erdi. Daha ileri demokrasi. Türkiye take of’a geçti [havalandı H.P].” sözler havada uçuşmuştu. Dönemin Cumhurbaşkanı “Ülkem için yeni bir dönem başlıyor. Şimdi daha demokratız.” açıklamasını yapmış, dönemin Başbakanı da yaptığı teşekkür konuşmasında (Fetullah Gülen canisini kast ederek) “Okyanus ötesine teşekkür ederim.” demişti. Menzil yolculuğu, 15 Temmuz 2016’da devleti temellerinden sarsan bir darbeyle kesişti. Sonra “Allah’ın lütfu ve göklerden gelen bir karar vardır“ denildi. Akabinde yolculuk yönetim sistemi değişikliğine doğru devam etti.
Sistem değişikliğine doğru adım adım
2010’dan sonra sayısını unuttuğumuz, galiba dört ya da beş kere yargı paketi açıldı. Her defasında da reform yapılıyor, yargı iyileştiriliyor, artık ihtiyaçlarımız ortadan kalkıyordu. Kültürümüzde Peygamber Döşeği diye bilinen yargıçlık makamına bırakın partili avukatları, il ya da ilçe başkanı olanları atadılar. Bütün itirazlara kulak tıkandı. Bu kişilerin çok kısa süre sonra yüksek yargıda isimleri duyulmaya da başlandı.
2017 yılına girilirken bir cümle duyuldu: “Fiili durumu hukukileştirmek için başkanlık sistemine geçelim.” Bu cümle ile başlayan yeni Anayasa değişikliği süreci, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişle son buldu. Ama yine fiilî durumlar devam ediyor. Mesela, salgın yüzünden hâlin olağanüstülüğüne sığınılarak ilân edilmeden olağanüstü hâl uygulanıyor.
Dünyada neredeyiz?
Bizzat şimdiki Adalet Bakanı; 2014 yılı kasım ayında yaptığı açıklamada, iktidara geldiklerinde yargıya güven %80’lerde iken % 20’nin altına indiğini ifade etti. Ancak bu gibi durumlar artık o kadar sıradanlaşmıştı ki yer yerinden oynamadığı gibi kimsenin kılı bile kıpırdamamıştı.
Hukukun üstünlüğü endeksinde 126 ülke içinde 109’uncu sıraya gerilemiş durumda.
Sosyal adalet ilkesi sıralamasında 41 ülke arasında 40’ıncı, yargı bağımsızlığı sıralamasında ise 140 ülke arasında 111’inci sırada.
Hukuki ve idari düzenlemelerin uygulanması sıralamasında 106 sıradayız. Bu demek oluyor ki yapılan düzenlemelere de uyulmuyor. Peki, vatandaş ne yapacak?
Bütün bunlar, gücü zaten çok fazla olmayan bağışıklık sistemini daha da zayıflattı. Eh, böyle olunca vücut (DEVLET) büyük risklerle karşılaşıyor normal olarak. Artık en üst düzeyde dillerden düşürülmeyen beka meselemiz var.
Tam yüz yıl önce, 23 Nisan 1920
Yüz yıl önce bugünlerde gerçek bir beka meselesi yaşanıyordu. Hem de “Ya istiklâl ya ölüm” parolası dünyaya haykırılmıştı. Ama Müdafaa-yı Hukuk gibi çok önemli bir güce dayanıyorlardı, yani hukukun müdafaasına… Bu güce kimse karşı koyamazdı ki başarı da bununla geldi. Yapılan her hareket, atılan her adım, gerçekleşen her iş hukuk içinde yapıldı, hukuk içinde kalınarak yapıldı.
Tam yüz yıl sonra ise hukukun yokluğuna doğru gidiliyor.