Hayvancılık kamuoyunda en çok tartışılan konulardan birisi olmaya devam ediyor. Bunun sebebi gayet açık. Üreticiler girdi fiyatlarının dolayısıyla maliyetlerin yüksekliğinden ve ürününü ucuza satmaktan şikâyet ederken tüketiciler de et, süt ve bunların ürünlerinin pahalı oluşundan dertlidirler. Aslında ülkede kişi başına gelirin düşüklüğü ve gelir dağılımındaki adaletsizlik dikkate alınırsa her iki kesim de şikayetlerinde haklı oldukları kolayca kabul edilebilir. Bu çelişkili durumun, yani tüketici pahalıya aldığı halde üreticinin zarar ediyor olmasının birçok sebebi vardır. Bunlardan ilk akla gelenler ülke ekonomisindeki olumsuzluklar ile hayvansal üretimin, bir kısmı üretimin yapısından da kaynaklanan, ama yıllardır çözülemeyen, sorunlarıdır.
Türkiye, her dönemde hayvancılığını geliştirmek istemiş, bu amaçla çeşitli projeler uygulamış, bazı destekler vermiştir. Ancak ne hayvansal üretimde yeterli artış sağlanabilmiş ne üretici ne de tüketici memnun edilebilmiştir. Bu sonuca bakılarak, ya alınan kararlar ve tedbirlerin isabetli olmadığı ya da uygulamanın yanlış yapıldığı söylenebilir. Aslında bu ikisinin de geçerli olduğunu, yani yanlış politikalar ve yetersiz uygulamaların olağan hale geldiğini kabul etmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Öncelikle hayvancılığın, hayvansal üretimin; biyolojik, ekolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel faktörlerden etkilen bir üretim dalı olduğu bilinmelidir. Hayvansal üretim, hayvan yetiştirme, yem üretimi, besleme, ıslah, hayvan sağlığı, hayvan refahı, biyoteknoloji, ürün işleme, pazarlama gibi farklı bileşenleri olan bir sektördür. Bu yüzden sektörü kavramak ve sektörün sorunlarını doğru tespit edebilmek için öncelikle bütüncül bir yaklaşım gerekir.
Türkiye İstatistik Kurumu’na göre Türkiye’de 2020 yılında yaklaşık 18.1 milyon sığır, 68 bin manda, 42,1 milyon koyun ve 12 milyon keçi vardır. Söz konusu türlerden 2019 yılında sağlanan süt üretimi sırasıyla, 20,8 milyon ton, 79 bin ton, 1.52 milyon ton ve 577 bin tondur. Bu değerler esas alındığında Türkiye’nin 2019 yılı süt üretimi yaklaşık 23 milyon ton olarak hesaplanmaktadır. Aynı yılda Türkiye’nin kırmızı et üretimi ise 126 bin tonu koyun-keçi, 1.075 milyon tonu sığır eti olmak üzere yaklaşık 1.201 milyon ton olarak verilmiştir. TÜİK veri tabanında yer alan kesilen hayvan sayıları ve karkas üretimleri esas alındığında ortalama karkas ağırlığı; koyun-keçi için 21.4 kg, sığır-manda için de 296 kg olarak hesaplanmaktadır. Yalnız Türkiye’nin koyun keçi eti üretimi FAO veri tabanında yaklaşık 462 bin ton (yukarıdaki değerin 3.7 katı) olarak verilmektedir. Muhtemelen her iki değer de gerçeği yansıtmaktan uzaktır.
Rakamlardan görüleceği gibi Türkiye sayı bakımından önemli bir hayvan varlığına sahiptir. Ancak son yıllarda, örneğin 2010 yılından sonra, birçok hayvansal ürün, özellikle de kırmızı et, talebini yurt içinden karşılamakta zorlanmaktadır. Bu sorunu çözerek talebin ülke içerisinden karşılanmasını sağlama konumunda olan ilgili Bakanlık ise, çözümü hemen her zaman damızlık hayvan ve kırmızı et ithal etmekte aramıştır. Her ithalat kararı sonrasında kamuoyuna bunun kısa süreli olacağı ve üreticiyi olumsuz etkilemeyeceği söylenmiş ise de durum her zaman bunun tam tersi olmuştur. İthalat kararları her seferinde yerli üretimi olumsuz etkilemiş, pek çok üreticinin üretimden kopmasına, bir nevi üretimden kaçmasına sebep olmuştur. İleri sürüldüğü gibi kırmızı et fiyatları da düşmemiştir. Sonuçta kazanan üretici ve tüketici değil, ithalatçılar ile Türkiye’ye ihracat yapan ülkelerin üreticileri olmuştur.
Türkiye 2010-2020 yılları arasında çoğunluğu damızlık dişi sığır olmak üzere 1,628 milyar dolar tutarında damızlık hayvan (sığır, koyun, koç, teke, keçi, manda), 7,288 milyar dolar tutarında kasaplık hayvan ve et olmak üzere yaklaşık 9 milyar dolar tutan ithalat gerçekleştirmiştir. Ancak bugüne kadar ithalatın etki analizi yapılmamış, hayvancılık sektöründe ne kattığı ve sektörden ne götürdüğü hiç hesap edilmemiştir. İthalatın çözüm olmayacağı yönündeki akademik görüşler ve üreticilerin itirazları ise hiç dikkate alınmamıştır. Öte yandan ithal edilen hayvanların şartnamelerde öngörülen kriterlere uygun olup olmadığı ve sağlıkları hep sorgulanmıştır. Öyle ki, bazı hayvan hastalıklarının bile ülkemize ithalat yoluyla geldiği ileri sürülmüştür. Bu görüşleri haklı çıkaracak olayların sahada sıklıkla yaşandığı da bilinen bir gerçektir.
Her ne kadar coğrafik koşullara bağlı olarak değişse de, azından aynı paralelde yer alan ülkelerde, hayvansal üretim değerinin toplam tarımsal üretim değeri içindeki payının yüksekliği, o ülkede hayvancılığın başarısı için bir ölçüt kabul edilir. Birçok ülkede bu pay artarken Türkiye’de ne yazık ki yeterli gelişme sağlanamamıştır. Bu başarısızlığın en önemli sebepleri arasında ilk sıraları; karar vericilerin hayvancılığın önemini yeterince kavramamış olmaları, uzun vadeli hayvancılık politikaların yokluğu, hayvancılıkla ilgili kurum ve kuruluşların (Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, Şeker Fabrikaları vb.) gereksiz ve zamansız şekilde özelleştirilmesi ile üreticinin piyasada acımasızca korumasız bırakılması almaktadır. Ayrıca, yetiştirilen ırklara uygun çevre koşullarının oluşturulamaması, yani genotip-çevre uyumunun sağlanamaması, çayır meraların fakirleşmesi, hayvan hastalıkların oluşturduğu ekonomik kayıplar, üretici ve üretici örgütlerinin görüşleri dikkate alınmadan verilen kararlar, fiyat istikrasızlığı, hayvansal ürünlerin fiyatlarındaki artışı enflasyonun kaynağı görme yanılgısı, ithalat baskıları, üreticilerin pazarlamada yaşadığı sorunlar ve yetiştirici örgütlerinin dağınık ve güçsüz oluşu vb. hususlar da yaşanan olumsuzlukların ana nedenleri arasında sayılabilir.
Günümüzde hayvan yetiştiriciliği ve gıda sektörü, tüketici odaklı bir gelişim göstermektedir. Üstelik karşımızda tek bir tüketici grubu da yoktur. Çeşitli sosyal ve ekonomik gruplar yanında bireylerin her birinin de farklı beklentileri ve ihtiyaçları vardır. Kısacası tüketici bilincinin ve taleplerinin değişim ve gelişimi, üretim şeklini de belirler hale gelmektedir. Kısaca tüketiciler sunulanı değil, kendi arzuladıkları besinleri tüketmeyi istemektedirler. Özellikle hayvansal gıdalarda tüketicinin ilgisi sadece ürüne değil, o ürünün elde edildiği hayvanların; yetiştirilme koşullarına, yedirilen yemlere, kullanılan ilaçlara ve hayvanın refahına da odaklanmaya başlamıştır. Gerçi hayvan refahını dikkate almayan yetiştirme koşullarının bir biçimde hayvan yetiştiricilerinin refahını da olumsuz etkileyeceği söylenebilir. Çünkü, hem tüketiciler etin, sütün hayvan refahı standartlarında yetiştirilen hayvanlardan elde edilmesini talep etmekte hem de bu koşullarda tutulan hayvanlardan daha fazla gelir elde edilme ihtimali artmaktadır.
Hayvancılık yüksek katma değere sahip bir sektördür ve pek çok alanla ilişkilidir. Bu yüzden sektörde yaşanacak sıkıntılar; başta tüm üretici ve tüketiciler olmak üzere, yem, ilaç ve aşı tedarikçiler ile gıda sektörü gibi farklı kesimlere yansımaktadır. Bu yüzden pek çok ülkede olduğu gibi, ülkemizde de hayvancılık; özel önem verilmesi gereken bir sektördür.
Günümüzde bilgi ve sermayenin yoğun kullanılmasına ve tüketicilerin değişen taleplerine paralel olarak hayvansal üretimin bir “endüstrileşme süreci” içinde olduğu söylenebilir. Bu süreçte gerek “yetiştiricilik teknikleri” ve “gerekse sağlık koruma hizmetleri” alanlarında köklü değişmeler olmuştur ve olmaktadır. Hayvanların verim yönleri ve seviyeleri belirli amaçlara uygun düşecek şekilde geliştirilmiş, pazara dönük üretim yapan, biyolojik ve ekonomik verimlilik faktörlerini ön planda tutan, bilim ve teknolojideki gelişmeleri dikkatle takip eden hayvancılık işletmeleri dünyada giderek yaygınlık kazanmıştır. Hatta bazı üretim kolları ve ülkelerde birim başına verimde fizyolojik sınırları zorlayan artışlar sağlanmıştır. Öyle ki dünya nüfusunun hızla artması ve hem de kişi başına hayvansal ürün tüketiminin yükselmesine rağmen, hayvansal ürün arzında bir daralma olmamıştır. Tam aksine küresel düzeyde bir “Süper Üretim” gerçekleşmiştir. Ancak mevcut üretim alışkanlıklarını umulan ölçüde değiştiremeyen, hatta bazen olumsuz yönde değiştiren ülkemiz hayvancılığı ise bir dar boğazla karşı karşıyadır.
Bugüne gelirsek hayvan yetiştiricisi ürünü değeri ile satamaz iken, tüketici yüksek fiyat ödemek zorunda kalmaktadır. Alım gücü düşük kesimler hayvansal gıdalara erişimde güçlük çekmekte, ancak Kurban Bayramlarında et yemektedir. Türk toplumun büyük kesiminde hayvansal protein tüketimi ciddi biçimde düşüktür. Beslenme, başta buğday olmak üzere önemli ölçüde bitkisel kökenli besinlere dayanmaktadır. Öyle ki kişi başına günlük toplam protein tüketimi (dünya ortalaması 110,7 gram) dünya ülkeleri arasında 14.sırada olan Türkiye, Bitkisel protein tüketiminde 3., hayvansal protein tüketiminde ise 77. sıradadır. Özetle Türkiye’de hayvansal üretim sorunludur, yetersizdir, hayvansal ürün tüketiminde ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Bunun topluma olumsuz yansıması kaçınılmazdır. Bu olumsuzluklardan bir parça da olsa kurtulabilmek için alınabileceğini önlemlerin bir kısmı aşağısa sıralanmıştır:
- Tarım politikaları içinde hayvancılığa özel önem verilmeli, hayvansal üretim bakımından Türkiye’nin beş yıl içinde önce kendi kendine yeten, sonrasında da ihracatçı olan bir ülke konumuna taşınması hedeflenmelidir
- Refah seviyesi artmış üretici, sağlıklı sürü, sağlıklı ürün ve sağlıklı insan öncelikli hedef olarak belirlenmeli, hayvan sağlığı ve veteriner hizmetleri yeniden ele alınarak, güçlü bir ulusal veteriner servisi oluşturulmalıdır.
- Zoonoz (hayvanlardan insanlara bulaşan hastalıklar) ve diğer hayvan hastalıkları ile etkin mücadele için bütçe kaynakları artırılmalı, gerekirse öze fon oluşturulmalıdır.
- Ülkemizin ekolojik özellikleri göz önüne alınarak bölgeye özel “hayvancılığı geliştirme” projeleri uygulanmalı, bölgelere uygun genotiplerin geliştirilmesi ve üretimin bunlara dayandırılması sağlanmalı, hayvancılık destekleri ülkesel değil, özel bölgeler bazında belirlenmelidir.
- Desteklemeler yeni işletmelerin kurulmasından ziyade, koşulları uygun olanların geliştirilmesi için yapılmalıdır.
- Verimsiz meraları ve marjinal alanları değerlendirme yeteneğine sahip küçükbaş hayvan yetiştiriciliği teşvik edilmeli, özel olarak desteklenmelidir.
- Mera ıslahına özel önem verilmeli, meraların özelleştirilmesi ve yerleşime açılmasına karşı durulmalı, kaliteli kaba yem açığı giderilmesine dönük, yem bitkileri ekimi planlı bir şekilde yaygınlaştırılmalıdır.
- Canlı hayvan ticaretini hastalıkları yaymayacak ve hayvan refahını zedelemeyecek bir duruma getirecek önlemler alınmalıdır. Bu ilke dikkate alınarak il ve ilçe bazında canlı hayvan pazarları yeniden düzenlenmelidir.
- Üreticilerin hayvan sağlığı hizmetlerine kolay ve ucuz erişimi sağlanmalıdır.
- Aşı, ilaç, damızlık ve yem hammaddesinde dışa bağımlılıktan kurtulmak için Ar-Ge faaliyetleri ve yerli sermayeye dayalı üretim desteklenmelidir.
- Hayvancılığın yoğun olduğu yörelerde, gerçek üretici örgütlerinin, örneğin yetiştirici birlikleri ve kooperatiflerin mülkiyetinde; orta ölçekli et, süt işleme tesislerinin kurulması teşvik edilmelidir.
- Tüketicilerin hayvansal proteine ucuz erişimi sağlanmalıdır
Sonuç olarak, karar vericiler ve tüm paydaşlar el ele vererek; sağlıklı sürüler ile üretim yapan, hayvan refahını ve çevreyi gözeten, üretici gelirini artırmayı hedefleyen uzun vadeli bir hayvancılık politikası oluşturmak durumundadırlar. Aksi takdirde hayvancılığın makus talihini yenemeyiz ve hikâyenin sonu mutlu bitmez.