Felaketler büyük acılara sebep olurlar. Bu acılar da birlik ve beraberlikle aşılır. Ailenin başına gelse aile bireyleri tek vücut olurlar. Köyde olsa bütün komşular hatta komşu köyler yardıma koşar. Şehir yahut bölgede yaşansa millet harekete geçer. Etki sahası büyüdükçe yük ağırlaşır. Yükün ağırlığı insanların daha da hızlı hareket geçmesini sağlar.
Bu gibi durumlarda geniş çaplı yardımlaşmalar olur. Yardımlar organize edilmelidir. Aksi takdirde yardımlar da yükü artırır. İşte tam burada devlet araya girer. Kurumları ve kuruluşlarıyla bir yandan felaket bölgesinde ilk müdahaleleri yaparken diğer yandan yardım organizasyonları başlar. Devletin görevlileri oradadır. Yaraları sarar, ihtiyaçları karşılar. Gerektiğinde aşevi kurar sıcak yemek dağıtır gerektiğinde insanların barınmalarını temin eder.
Bazen felaketin boyutu çok büyük olur. 1999 depremi ve son yaşanan orman yangınları gibi… Vatanın her köşesinden gönüllüler bölgeye gider. Para pul, aş ekmek istemeden, yatacak yer var mı diye sormadan yükü omuzlamaya koşarlar. Sadece insana değil hayvanlara da yardım etmek için oradadırlar. Herkes yapabileceğini yapmaya gayret eder. Yardıma geldim derken kötü niyetli emelleri olanlar da vardır. Ama çabuk fark edilir, yakalanırlar. Zaten Jandarma ve Polis bu konuda tecrübelidir de.
Cumhurbaşkanı, parti liderleri, bakanlar gibi temsilciler de bölgeye giderler. Varlığıyla hem felaketzedelere hem de yardıma koşanlara güç verirler. İktidar ve muhalefet birlik içinde milletin yanındadırlar.
Buradaki temel anahtar devlet kavramı. Milletin teşkilatlanmış şekline verilen isim. Bağımsız/soyut bir varlık. Hükümet yani adı üstünde yürütme de orkestra şefidir, devletin bütün organlarının koordinasyonunu sağlar.
Bütün bunlar olması gerekenleri, normal şartları anlatan cümleler.
Şartlar ne kadar normal?
Burada işler karışıyor. Bir kere bu ziyaretler çok büyük güvenlik tedbirleri yüzünden organizasyonun ciddi bir şekilde etkilenmesine yol açar. Orman yangınını düşündüğümüzde “şuraya uçak gitsin, falanca bölgeye helikopter gidecekti, arozözü gönderdiniz mi?..” gibi müdahaleler faydadan çok zarar verecek hâle gelir. Veya Cumhurbaşkanı’nın Marmaris ziyaretinde olduğu gibi uzun konvoy geçerken orman yangınına koşan arozöz bekletilir.
Çok kıymetli İskender Öksüz hocam “Ben yörüğüm! Ben devletimi istiyorum!” başlıklı yazısında orman yangınları ve çöken kurum kültürlerinden bahsediyor. Nesiller boyu biriken tecrübelerle oluşan kurum kültürlerinin çöküşünü konu ediyor. Dün ve bugün. Nasıldık, şimdi nasılız? Ben de geçen haftaki Devletini arayan Türkiye yazımda aynı Yörük’ün haykırışına değinmiştim. Manavgatlı Yörük: “Biz devletle yaşamak istiyoruz.” diyordu.
Devletin güçlü olmasında İskender Hoca’nın bahsettiği kurum kültürleri çok önemli. Kurumlar da insanlar gibi, hatıraları kaybolduğunda, hafızası silindiğinde yeni doğmuş bebek hâline geliyor. Olaylar karşısında sanki ilk defa karşılaşıyormuş gibi davranmaya başlıyor. Bunun en önemli sebebi de “Artık yeni Türkiye var” düşüncesi. Benden öncesi yoktu, benden sonra da olmayacak veya benden sonrasını da ben ayarlarım yaklaşımı. Bu düşünceyle de yangınlar bütün hızıyla devam ederken sadece para konuşulur, size ev yapacağız denilir.
Yine yangınlar bütün hızıyla devam ederken özellikle muhalefete mensup belediye başkanlarının olduğu illeri sayarak suçlu ilan edilmesi de böyle bir dağınıklığın ürünü. Kimin yetkisi hangi sınırlara kadar, bir karmaşa var. Büyükşehir yasası ile belediyelerin sınırlarının genişletilmekle birlikte muhalefet kazanınca birçok yetkinin bakanlıklara alınması söz konusu. Medya yangın üzerinden muhalefet partili belediye başkanlarına manşetten vurmaya da devam ediyor. Bu konu sorunları daha karmaşık duruma sokuyor. “Yok kanun yap kanun” misali bir gece yarısı kararnamesi ile problem (!) ortadan kalkıveriyor.
Gazetelerde TBMM Başkanlığının bir milletvekilinin sorusuna verdiği cevapla AKP’nin verdiği 104 kanun teklifinin yasalaştığını öğreniyoruz. Bu tekliflerin toplam madde sayısı bin 493. Aynı dönemde 64 Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi çıkarılmış ve bu kararnamelerdeki madde sayısı 2 bin 229. Yine aynı haberde muhalefetin verdiği 322 kanun teklifinin reddedildiği bilgisi var.
Bütün bunlarla birlikte
Cumhuriyet’in ilk yıllarında artık silahların sesini duymayan Türk Milleti rahat bir nefes almıştı. Fakat kurşun sesinden daha hızlı olan açlığın sesi duyulmaya başlandı. Onun içinde yedi düveli dize getirmiş olmanın gururu ve sağladığı özgüvenle hayata sarıldı. Bu özgüven ona büyük bir güç vermişti. Bu güçle fabrikaları kurdu, hastalıklarla mücadele etti, yoklukları yendi. Yollar yaptı, çocuklarına okul açtı, okuttu. Toprağı işledi, bugün insanlara ikram (!) edilen çayları üretti.
Bugün ise artık bölünmüş bir toplumda yaşıyoruz. Devletini isteyen Manavgatlı Yörük aynı videoda “Bir itfaiye gönderdiler onu da 28 saat sonra gönderdiler. 160 defa aradım gelmediler. Aşağıda bir AKP’linin evi var. Yangın söndükten sonra soğutma için üç itfaiye geldi.” diyordu. Bir yanlışlık olduğunu düşünüyorum. Aksi, devlet idaresi açısından çok büyük tehlikeyi içerir. Çünkü bu gruplaşma demektir. Devletin işleyişi açısından bireyler arasındaki ilişkilerde adalet, gruplar arasındaki ilişkilerde menfaat devreye girer. Bu da eşitliği dolayısıyla milletin huzurunu bozar. Devleti yokluğa götürenlerin, huzuru bozulan milletin homurdanmasına kulak vermeleri gerekir.