SSCB sonrası tek küresel güç olan ABD, dünyaya kendi çıkarlarına uygun bir “Yeni Dünya Düzeni” getireceğini ilan etmişti. Bu paradigma temelinde “küreselleşmenin işleyen sistemi” dışında kalan ülkelerin küresel sisteme entegrasyonu için çeşitli projeler devreye sokuldu. Bu projelerden birisi de “Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi” ydi. Bu projenin eş başkanı olduğunu da Tayyip Erdoğan alenen ilan etmişti.
Gerek bu proje kapsamında ABD’nin Irak ve Afganistan’da uğradığı kayıplar, gerekse ABD’nin dışişleri bakanının bu projeyi kuvvet kullanarak küresel sisteme eklemleyeceklerini ima eden konuşmaları bölge ülkelerinden büyük tepki aldı. Bunun üzerine ABD bölgede sert gücünü değil yumuşak gücünü kullanmaya öncelik verdi.
Hatırlanırsa önce “medeniyetler arası çatışmadan” söz edildi. Ardından da “çatışmanın İslam medeniyetinin içinde” olduğu iddiaları dile getirildi. Böylece etnik, mezhep, aşiret, bölge ve ekonomik farklar çatışma ve ayrıştırma araçları olarak kullanıldı. Bu ülkelerdeki zalim ve despot yönetimler de gelişmeleri hızlandırdı. Mısır, Tunus, Libya, Yemen’deki olaylar ya da rejim değişiklikleri bu sürecin ürünüdür.
“Arap Baharı” ilginç bir model olarak geliştirildi. Önce geniş halk kitleleri, internet ve diğer kitle iletişim aygıtları vasıtasıyla kitlesel gösterilere başlıyor. Ardından despot yönetimlerin kanlı müdahalesi geliyor. Bu sırada devreye ABD ve küresel ortakları giriyor. Durumu BM’ye götürüyor. BM karar alıyor, NATO’da vuruyor.
Bu model Mısır, Tunus ve Libya’da farklı aşama ve biçimlerde devreye sokuldu. Proje her üç ülkede de başarılı oldu. Yemen’de ise henüz netice alınmış değil. Libya’da Kaddafi’nin son nefesi vermesi bekleniyor.
Suriye’de de benzer gelişmeler bekleniyordu. Tayyip Erdoğan, Libya’da Sarkozy’e kaptırdığı ilk vuruş ve ön alışta geriye düşmemek için erken hareket etti. Gelişmelerin Suriye’de de benzer biçimde şekilleneceğini ummuştu. Zor’da, Hama’da Humus’ta ayaklanmalar vardı ve Suriye ordusu da muhalifleri acımasızca eziyordu. Başbakan Erdoğan eski dostu Esat’ı uyardı, fakat o dinlemedi. Katliama devam etti. Sonunda Türkiye, dışişleri bakanının ağzından “son sözünü” de söyledi. Değişen hiçbir şey olmamıştı.
BM Güvenlik konseyi, Suriye’deki rejimi kınayan ve rejimin askeri operasyonlarına devam etmesi halinde rejime karşı çeşitli tedbirler getirilmesini öneren karar tasarısını kabul etmedi. Çin ve Rusya dokuz ülkenin kabul ettiği bu kararı veto etti. Suriye ile ilgili olarak Türkiye’nin BM’den ABD ile beklediği karar çıkmamış oldu. Başbakan Erdoğan haberi Güney Afrika’da aldı ve “yaptırımların devreye sokulacağından” söz etti.
Başbakan, Türkiye’ye döndükten sonra Suriye’ye sınırdan ültimatom vermeye hazırlanırken ültimatom tersinden Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’dan geldi. İşte Esad’ın söyledikleri: “Türkiye de aynı konularda sıkıntı yaşıyor. Eğer sorunlarımızı istismar etmeye kalkarlarsa düşmanlık da kendilerine döner. Ankara sorunlarımızı istismar ederse Türkiye’nin daha büyük sorunları olur”. Esad ayrıca “Türkiye-Suriye dostluğunu ABD istemedi. Asıl mesele kaynaklarımızı kontrol etmek. Türkiye’den gelenler Obama’nın sözcüsü gibi davranıyor. ’Obama şöyle istiyor, böyle istiyor’ diye geliyorlar bana” diyor.
Bölgede Suriye ile İran ilişkileri, Çin ve Rusya’nın geleneksel çıkarları dikkate alınmadan yapılan değerlendirmeler eksik olacaktır.
Suriye meselesini Türkiye’nin iç mesele olarak değerlendirmesi de yanlıştır. Ayrıca Türkiye’de Suriye muhalefetini toplamak da uzun vadede komşularının Türkiye’ye karşı olan güven duygusunu kökten sarsacaktır. Daha insani, demokratik şartlarda yaşamak Suriye halkının da hakkıdır. Ama bu Suriye’lilerin işidir. ABD’nin ve Türkiye’nin değil…