Dünden Bugüne – Med-Yalanma

  Fikir hürriyeti, basın hürriyeti hep kötü telkinlere ve aldatmalara meydan verdi. İyi, kötü, uygun ve ya muzır bütün fikirler, içtihatlar, temenniler,  garazlar her tarafta revaç buldu… Hürriyetin o zamana kadar gizliden gizliye yapılan fesatların aleni bir surette yapılmasına hizmet ettiği görüldü.(1)

  İnkılâp, hamalın dinlenmek kastıyla yükü bir omzundan öteki omzuna geçirmesi kabilinden oldu ve milleti ezen, takat bırakmayan yük, yine onun tahammül edecek olan omzunda kaldı.(2)

Poker, sinir hâkimiyeti ve kesinlikle iyi yalan söyleme becerisine dayanan bir oyundur. Bilgi bu yeteneklerinizin üzerine inşa edilir. Dolayısıyla bu oyunu bilmiyorsanız, sinir hâkimiyetiniz yoksa ve usta bir yalancı değilseniz biliyor da olsanız o masaya oturmamanız gerektiğini söyler uzmanlar. Yok, eğer ben iyi bir oyuncuyum diyorsanız bu kez de elinizdeki kartları ne zaman ve nasıl kullanacağınızı iyi bilmek, beden dilinizi de iyi kullanmak zorundasınız.

Eski ABD Başkanlarından General D. Eisenhower;
“İnsanlara bir şey yaptırtmak illâ emir yoluyla olmayabilir, içgüdüsel olarak sizin istediğinizi onlar da ister hale gelebilirler”. Der.

Sun Tzu  da “En büyük zafer savaşmadan kazanılandır”  derken sanki günümüz gerçekliğine atıfta bulunur.

Tüm dünyada ekonomik, sosyal ve siyasal politikalar artık böyle şekilleniyor. Topsuz, tüfeksiz, bombasız, füzesiz. Yani savaşmadan yani ‘’Kamu diplomasisi, ikna ve ilişkisel güç’’ gibi güç çeşitlerinin biriyle…

Çoğu zaman; Değişime hükmetmek, gündemi kontrol etmek ve tercihleri oluşturmak üzere kullanılır kamu diplomasisi. (3)
 
Eğer, bireylerin, grupların ya da milletlerin, tercihlerini etkileyip sizin tercihlerinizi benimseme duruma getirebilirseniz, inandıklarının aksine bir davranış biçimine yöneltmeyi başarabilirseniz, gündemi belirleyip çerçevesini çizerek, neyin yapılabilir, neyin doğru olduğunu, hangi problemin konuşulup hangisinin masaya gelmemesi gerektiği konusunda onları etkilerseniz hiç zorlanmadan isteklerinizi kabul ettirebilirsiniz.

Diğer taraftan toplumların algısını değiştirmek, temel inançlarını, kültürlerini şekillendirmek, yeni istendik tercihler yaratmak için de kullanılır.  ‘’Yumuşak Gücün’’ kullanıldığı toplumlar çoğunlukla,  böyle bir süreçten geçtiklerini bile fark etmiyorlar

Toplumlar, bu geniş bilişim ve iletişim ortamında, bilgi teknolojilerinin çok geniş kitlelerin hizmetine girmesiyle, STK’ların,  Facebook veya Twitter gibi sosyal paylaşım ağlarının ve uluslar ötesi organizasyonların oluşturulmasıyla; İkna etme, teşhir etme ve karalama kampanyalarıyla oldukça da kolay bir şekilde etki altına alınabiliyor.

Ayrıca uluslararası kamuoyu da yine bu sayede önemli bir güç olarak karşımıza çıkıyor.

Bizim ülkemizde medya hâlâ, kamuoyunu etkileyen ve devlet tarafından kullanılan en etkili güç olarak işlevini gerçekleştirmektedir. Oysa uluslararası kamuoyu devletleri ve hükümetleri baskılan bir araçtır ve her iki tarafta birbirini amaçları doğrultusunda kullanır. Hatta küresel medya ve iletişimin gelişimiyle birlikte uluslararası kamuoyu devlet politikalarını şekillendiren bağımsız ve güçlü bir aktör olarak kendini göstermektedir.

Neredeyse 150 yıldır basının gücünü kullanan hem Osmanlı içindeki azınlıklar hem de bunları ve devleti yönetenleri amaçları doğrultusunda kullanan büyük güçler Osmanlı’nın iç işlerine doğrudan karışmazlar, bunu basın yoluyla yaparlardı. Padişah değiştirmek, vezir atamak, önemli devlet görevlilerini işten el çektirmek ya da atamak ile ilgili haberler basının gündelik havadisleri içinde yer alırdı.

Hüseyin Kazım Kadri’’Balkanlarda Hicaza İmparatorluğun Tasfiyesi’’ isimli eserinde(4)

‘’Meşrutiyetten sonra milli emeller şiddetlendi, propagandacılar her tarafa yayıldılar. Gazeteler, yerli yabancı sermayeler, kiliseler, dinler, imamlar, papazlar, metropolitler, patrikler, sefaretler… Bu uğurda çalıştılar. Yalnız biz Türkler hiçbir fikir ve mesleğe taraftar olmadık.’’

Yine aynı dönem bir Fransız gazetesinde yayınlanan bir makale Avrupa’nın bu döneme bakışını şöyle ifade eder;

‘’Türkiye vurdumduymaz ve kaderci, barış içinde kalmak için bir tüy daha feda etmekten çekinmeyecektir.’’(5)

Bugün olduğu gibi dün de, Uluslar arası siyasette sonuç almanın en kısa yolu gazete ve yazar satın almaktı. Osmanlı topraklı üzerinde hak iddia edenler ülke içinde ve dışında gazete satın alıp, kamuoyunu etkileme girişimlerini hem basın hem de misyonerlik ve lobi faaliyetleri ile sürdürmüşlerdir. 
1891 yılında Ahmet Mithat Efendi yazdığı ‘’Ecnebi Gazeteciler’’adlı makalesinde şöyle diyor:

‘’Osmanlı matbuatının sürümü sınırlıdır, varidatı yoktur. Buna karşılık İstanbul’da yabancı basının sürümünün yerliden daha fazla olduğu kesindir. Şehrimizin her tarafında yabancı müşterisi bulunan ya da dil bilen Osmanlı vatandaşları tarafından rağbet gösterilen ne kadar gazino, kahve, birahane varsa orada Fransızca, İngilizce, Almanca, Yunanca ve hatta İtalyanca resimli ve resimsiz gazeteler bulunması genel bir uygulamadır. Bundan başka köprü üzerinde dahi yabancı yayınlar gazete müvezzilerince satılmaktadır. Posta ile yalnız İstanbul’a gelen bizim hesabımızca yüz çeşitte günde üç binden aşağı değildir.’’(6)

İlk Osmanlı gazetelerinin çıkmaya başlamasıyla birlikte gazete sahiplerinin para karşılığı haber ya da makale yazdıkları, padişahtan para gelirse övüldüğü ya da padişahı övücü yazılara padişahın bahşiş verdiği hatta sadece padişah değil, sadrazam ve vezirlerinde bu imkânı kullandıkları bilinmektedir.
Basının ayrıca yabancı konsoloslardan da bahşiş kabul ettiği, Osmanlı Devlet adamlarının Avrupa basınına rüşvet vererek kendi tarafına çekmeye çalıştığı da bu söylemler arasındadır.

1830’larda Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Londra ve Paris basınını kendi yanına çekmek için para dağıttığı bilinen bir gerçektir. Elbette Babıâli de onun bu davranışına aynı şekilde karşılık vermiş Avrupa’ya para akıtmıştır.

Sultan Abdulhamit tahta çıktığında başlamış olan 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sırasında basına sansür koymuş ancak sadece yerli basın bundan etkilenmiştir.

 Cemil Meriç internette yayınlanan ‘’Bir Facianın Hikayesi’’  adlı e kitabında ‘’Liberal Basın’’ başlığı altında şunları söylemektedir;

‘’Yabancı postaların dokunmazlığı vardır, yerli polis kontrol edemez. Yabancı neşriyat yaydığı haberlerle, Şark Meselesi üzerine döktürdüğü makalelerle (bu makaleler hemen hemen daima aleyhimizdeydi) padişahı küçük düşürüyor. Türk okuyucuları nezdinde itibarını zedeliyordu.
Sonunda hükümdarın memur ve zabitleri, efendilerini, Avrupa efkârı umumiyesinin düşmanca gözleriyle görmeğe başladılar. Padişah 1883’de ihdas edilen sansürle yerli basının ağzını sıkı sıkıya kapamıştı. Şimdi bu tedbir kendi aleyhine dönüyordu. Abdülhamid sessizliğe âşıktı,  gürültü, patırtıdan, nümayişten nefret ederdi, adeta marazî bir nefret. Ama dışarıdan gelen bozguncu sesleri de susturamıyordu. Oysa insiyakî nefretini dizginlemesi lazımdı. Davasını müdafaa etmek, Avrupa’nın ithamlarında ne kadar haksız, iddialarında ne kadar mesnetsiz olduğunu ispat etmek (bu onun için gayet kolaydı) ülkesinin çıkarlarını korumak amacıyla nasıl didindiğini, ne cansiperane gayretler harcadığını göstermek için kendi basınının sütunlarından faydalanabilirdi.’’ (7-8)

1909 tarihinde ‘’İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’ni kuran ve ’’ Volkan’’ adında bir gazete çıkarmaya başlayan Derviş Vahdeti dini söylemleriyle halkın bu duygularını sömürenlerin başında gelir. Ayasofya Camiinde Said-i Kürdi ile yaptıkları mevlit öncesi konuşmaları da kin ve intikam duygularını körüklemesi de unutulmamalıdır.

Yine o tarihlerde Rum gazeteleri de Ortadoks mezhebine tecavüz edildiğinden, Rum kızlarının zorla Müslüman yapılmaya çalışıldığından söz etmeleri de mütareke basının durumunu göstermeye yeter.
Basın terörü olanca şiddetiyle devam ederken Halide Salih(Edip) bir yazısında şunları söylüyor;
‘’Dün bir memur istibdat idaresinin esiri idi.  Bugün ise, gazetecilerin hizmetkârı. Bugün her gazete yazarı karşısına bir başkan bir nazır çekmiş. ’Bak Paşa Efendi’,  ‘Bak Nazır Bey’ diye Meşrutiyet idaresinin şartlarını, belki zavallı nazırın muharrirden(yazardan) iyi bileceği vazifesini anlatmaya kalkıyor.

Dün İttihat ve Terakki Cemiyeti bizi hafiyelerin elinden kurtardı. Bugün gazetecilerin diline düşürdü.

…Artık bu vatanın şimdiye kadar tahkir edildiği yetişir. Bu rezil matbuatın bozguncu ve nifakçı yayınına bir son verilmelidir.

…Kahrolsun böyle matbuat.’’(9)

Ne yazık ki dünden bu güne, basın konusunda değişen fazla bir şey olmamıştır. 21.yüzyıl Türkiye’sinde basının ve Türk entelektüellerinin(aydın-düşünür) durumu Osmanlı basın ve entelektüellerinin durumundan farklı değil.

Gerek AB uyum yasaları sürecinde AB normlarına uydurulmaya çalışılan Vakıflar Yasası, gerek BOP çerçevesinde hak ve özgürlükler kapsamında yapılmaya çalışılan demokratikleşme!  Sonucu yapılan açılımlar, gerek yer altı-yerüstü milli servetlerimiz ve yabacılara karşılık gözetilmeden yapılan toprak satışları, milli eğitimimizde yapılan gayrı milli değişiklikler, komşularımızla olan ilişkiler ve de benzeri konularda yazılı ve görsel basının nasıl da gücün yanında boy gösterdiğini;  Dünya üzerinde güçlülerin oynadığı oyunların hep aynı diğerlerinin ise mutlak dayanacak bir duvar ve bu sayede oturacak bir koltuk bulma telaşında olduğunu görüyoruz.

İşin doğrusu,  bu yazıya başlarken bütün amacım Heybeliada Ruhban Okulu, ya da verdiği teoloji eğitiminin türü nedeniyle Rum Ortodoks Ruhban Okulu olarak bilinen, Heybeliada’da bulunan Aya Triada kilisesinden dönüştürülen özel yüksekokulun tekrar açılması için hem yurt içinde hem de yurt dışında yapılan lobi çalışmaları ile ilgili yazmaktı ve elbette bizim basında da bu konu ile ilgili yazılan bir yazıdan örnek vermekti.

Ancak; Bu ve benzeri konular, sıradan yazılan birkaç satırla geçiştirilemeyecek kadar önemlidir.
 Fatih Sultan Mehmet’e kadar uzanan bir olaylar silsilesini, yine dış basın, misyonerlik ve lobi çalışmalarıyla içimizdeki işbirlikçilerin o günden bu güne ara vermeden, hem dünya hem Türkiye kamuoyu üzerinde nasıl etkili olduğunu anlatmadan daha doğrusu,  tekerrür eden tarihin kodlarına yolculuk yapmadan yazılabilecek konular değil.

‘’Yalan ve asılsız sözlerle insanların zihnine kin ve nefret şırınga edilmesi, savaşta can kaybına neden olmaktan çok daha büyük kötülüktür. İnsanın ruhunun kirletilmesi, insan vücudunun tahribine nazaran daha kötü ve sakıncalıdır.’’(10)

1884 yılında din adamı yetiştirmek için faaliyete geçen okul, 1923 yılına kadar Yüksek Ortodoks Teoloji Okulu adını taşır, daha sonra bildiğimiz gibi Heybeliada Ruhban Okulu olarak anılmaya başlar.1971’de tüm özel yüksek okulların devlet denetimine girmesiyle Fener Rum Patrikhanesinin karşı tutumu nedeniyle teoloji dersleri kaldırılarak bir müddet normal lise düzeyinde eğitim verir 1972 yılında da Patrikhane tarafından tamamen kapatılır.

Şimdi, mütareke basınından bu güne, bu  konu ile ilgili iki yazıya bakalım;

http://www.mudafaai-hukuk.com.tr.’da  2003’in Aralık ayında FENER RUM PATRİKHANESİ’NİN STATÜSÜ VE HEYBELİADA RUHBAN OKULU başlıklı bir yazı yazan Salim Gökçen;

‘’1814-1919 tarihleri arasında Patrikhane, Etnik-i Eterya Cemiyeti’nin merkezi olarak çalışmış, bir taraftan dinî vazifelerini ifâ eder görünürken diğer taraftan yıkıcı faaliyetlerden geri durmamıştır.
Patrikhane, bu dönem içerisinde Türk kanunlarının himayesinde kiliseler inşa etmiş, okullar açmış ve buralarda dinî ayin perdesi arkasında Rumları devlete karşı teşkilatlandırmıştır’’ diye yazar ve Patrikhanenin hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde yurtiçi ve yurtdışındaki illegal çalışmalarından bahsederek neden açılmaması gerektiğini yazarken’’;

 http://www.timeturk.com/tr’da Kenan Alpay 12.07.2012 tarihinde konu ile ilgili olarak Kenan Aybar;

‘’18 yıl boyunca “Tanrı Uludur” gürültüleriyle kalbimizi parçalayanlar, Kiliselerin çanlarını da aynı gerekçelerle susturdular. Topluma karşı yürütülen psikolojik harekât söylemlerinin, mütemadiyen yapılan darbe planlarının, kurulan askeri-sivil cuntaların içinde Rum Ortodoks Patrikhanesi’ni değil her daim Türk Ortodoks Patrikhanesi adındaki karanlık odağı gördük. Doğu Perinçek-Veli Küçük çetesinin Müslüman halka karşı kurduğu tuzaklardaki ortağı Rum Ortodoks Bartholomeos değil Kemalist-Ortodoks Sevgi Erenerol’du.’’ Diye yazmıştır.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. En başta ifade ettiğim  gibi ne yazık ki bir çok  kalem, ya işinden olmak  kaygısıyla ya da daha fazla nemalanmak için dün olduğu gibi bugün de  güçlüden yana .

 Son dönem tırmanan terör olaylarında susturulan basın, siyasi iradenin icraatlarına tepki veren yazarlar için gazete patronlarına ‘’sustur’’emri,  siyasi iradenin gözdağından başka bir şey değildir.

Dolayısıyla dünden bugüne ne Avrupa basınının ve misyonerlerinin faaliyetlerinde ne Türk basınının güce tapınmasında değişen bir şey olmamıştır.

 ‘’Bütün mal ve mülklerimiz yağma ediliyor, zira idaremizde ekmek nimetimizle beslenen gayri Müslim unsurlar açıkça himaye edilerek, bunların manevi koruması altında yaşatılmak isteniyoruz. En küçük bir idare hakkı özgürlüğümüzü bile Avrupa’ya nice maddi ve siyasi bir çıkar sunduktan sonra bin bir rica ve minnetle elde edebiliyoruz.

Bu ne biçim bağımsızlık, ne biçim hayat? ’diyen Tüccarzade İbrahim Hilmi (11)
 
Ve ya;
‘’Çalı süpürgesi, ağaç kaşık ve tahta taraklara kadar muhtaç olduğumuz eşyanın cümlesi yabancı memleketlerinden gelip ve ucuzluğu cihetiyle revaç bulup mevcut sermayemizi ecnebiler sülük gibi çektiler.’’(12)diyen Vakayazar Lütfü Efendi ‘leri daha çok okumak ve ders almak zorundayız.

Yazıyı daha fazla uzatmadan 1834 doğumlu Şarkışla’lı Aşık Serdari’nin bir dörtlüğü ile bitireyim;

Nesini söyleyim canım efendim
Gayrı düzen tutmaz telimiz bizim
Arzuhal eylesem deftere sığmaz
Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim
 
Sağlıcakla kalınız…
 
 
NOTLAR
1-İbrahim Okur-Osmanlı’nın Son Yılları Politika Kültürümüzün Kökenleri 2008 s.79
2- İbrahim Okur-Osmanlı’nın Son Yılları Politika Kültürümüzün Kökenleri 2008 s.79
3-Gücün Geleceği-(The Future of Power) Joseph S. Nye, Jr.
4- Hüseyin Kazım Kadri-Balkanlarda Hicaza İmparatorluğun Tasfiyesi Pınar Yayınları s.60
5-İbrahim Okur-Osmanlı’nın Son Yılları Politika Kültürümüzün Kökenleri-s:55
6-Orhan Koloğlu-Avrupa’nın Kıskacında Abdülhamit-İletişim Yayınları s.44
7-(http://www.belgeler.com/blg/2kcc/bir-facianin-hikayesi-cemil-meric)
8-(http://www.serzeyrek.tr.gg/Bir-Facian%26%23305%3Bn-Hikayesi-_-Cemil-Meri%E7.htm
9-Enver  Ziya Karal-Osmanlı Tarihi-9.cilt.TTK 1996 s.80 Tanin,16 Ağustos 1908
10-Tarihçi Arthur Ponsonby-Savaş Zamanında Kandırma(Falsehood in Wartime)-London-1928
11- Tüccarzade İbrahim Hilmi Felaketimizin Esbabı Avrupalılaşmak-1913- İbrahim Okur-Osmanlı’nın Son Yılları Politika Kültürümüzün Kökenleri 2008-s 41
12- İbrahim Okur-Osmanlı’nın Son Yılları Politika Kültürümüzün Kökenleri 2008-s 52

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!