Son hafta birisi sosyal medyada paylaşım, diğeri Yasemin Güneri’nin Habertürk’teki 9 Ekim’deki köşe yazısı ile aynı konuda iki değerlendirme dikkati çekti. Dikkat çeken, muhteva kadar, paylaşımı yapanla, köşe yazısının kaynak kişisiydi.
Sosyal medyada düşüncelerini paylaşan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, köşe yazısının kaynak gösterdiği kişi de Emniyet Genel Müdürlüğünde bir daire başkanıydı. Hâl böyle olunca konu üzerinde düşünmek gerekiyor. Aslında bugün büyük problem hâlini alan tarikatlar ve cemaatler konusu 1925 yılında çıkarılan 677 sayılı Kanun ile kapatılarak ve yasaklanarak çözülmüştü. Fakat fiilî olarak devamına göz yumulmasıyla, yine toplumun başına bela olmuş durumda.
Yasadışı ama demokrasinin gereği…
Dinin neyi, nasıl vazettiği ayrı bir yazı konusu. Burada, devletin iki en üst düzey güvenlik görevlisinin söylediklerine bakmak gerek. Tarikatlar ve cemaatler zaten her gün didik didik ediliyor. Onlarca yıldır kendi hâline bırakılmış, hatta siyasiler ile devletin görevlilerinin şeyhlerin dizlerinin dibine oturduğuna dair fotoğraflar ve haberlerle meşruiyet kazandırılmış. Mevcut yasaya rağmen fiilî durum yaratılmış. Hiç kimsenin sesi çıkmıyor da. Ama bir gerçek daha var ki, cemaat ve tarikatlar da artık kabına sığmaz duruma gelmiş, paraya ve siyasi güce ulaşmış vaziyetteler. Sahip oldukları güç hırslarının sınırını daha da genişletmiş, cinselliğe, sapıklığa ve her türlü yasadışılığa yöneltmiş hâlde. Hoş, son yıllardaki serbestliğin sınırının daha da genişlemesi var olanı hem katlayarak artırmış hem de tamamen açığa çıkarmış. Gerçi artık gizlenemeyecek kadar büyümesinin de sonucu olsa gerek ya, neyse.
Her iki yetkilinin de açıklanan düşüncelerinde çok dikkat çekici yaklaşımlar görünüyor. Öncelikle toplum içerisinde gruplaşmaları meşru ve kabul eden bir bakış açısı var. Yasadışı bu yapılara toplumun gerçeği ve demokrasinin gereği bakmak yanlıştır. Bunun olabilmesi için, önce, derhal mevcut yasanın yürürlükten kaldırılması gerekir. Devlet memurlarının görevi devletin yasalarını uygulamaktır. Onları sorgulama şansı olamaz.
Güvenlik tehdidi oluşumlar…
Bu gruplaşmalar potansiyel olarak büyük bir güvenlik tehdididir. İki yetkilide de, geçmişe benzer şekilde, bu gruplarla karşı karşıya getirilmekten kaçınma görülmekte. Yıllar yılı benzer uyarılar hep yapılmış ancak aynı menzilin yolcusu olarak bakılınca bu uyarılara kulak asılmamıştı. Ama yakın geçmişte devletimiz büyük bir uçuruma yuvarlanmaktan son anda kurtulmadı mı? Herhangi bir vatandaştan duyulsa önemli olmayacak bu cümleler, özellikle güvenlik bürokrasisinden duyulunca büyük bir endişe kaynağı hâline geliveriyor.
Cemaatler ve tarikatlar birer STK değildir. Her biri benim söylediğim doğru diyerek insanları kendi yoluna çağırmaktadır. Yani benim yolum doğru demekte, Allah’a ulaşmak için kendisi aracılığıyla rabıta (ilişki) kurması gerektiğini söylemektedir. Dinimizde olmayan ruhban sınıfının yaratılması bir yana, Allah’a ulaşmanın vasıtası kabul edilen birisinin mi söylediği doğru olacak yoksa devletin söyledikleri mi? Hele de devlete kâfir diye bakan veya daha hafif yaklaşımla Müslüman olmayan diye bakan birisinin hangisini dinlemesi daha kolay? Bunun örneği tarihimizde çok var. En yakını da 15 Temmuz ihaneti değil mi?
İçişleri Bakanı paylaşımında; “Belirli grupların demokrasi ve hukuk sistemi dışında siyaseti, sermayeyi ve devleti etki altına alması, yönetmesi, belli yerlere sızarak güç devşirmeye çalışması kabul edilemez. Kaldı ki, devletimizin hiçbir biriminde böyle bir durum söz konusu değildir.” demektedir. Söyledikleri doğru ancak hepsi de yasal olarak kurulmuş şirketler, vakıflar veya işletmeler aracılığıyla bunu yapmakta. Kamuoyunda hangi cemaatin hangi sektörde etkili olduğuna dair her gün yazı veya haber bulmak mümkün değil mi?
“Gölge Hiyerarşi” var mı, yok mu?
Bakan’ın diğer bir cümlesinde “…inanç gruplarının istismarlarına nasıl müsaade edilemezse, bu istismarları fırsat bilip medeniyetimizin ve topraklarımızın değerlerine de saldırıya fırsat verilmeyecektir.” ifadesi yer alıyor. Bu, devlet olarak takip edildikleri anlamını taşıyorsa en ferahlatıcı olanı, yok “saldırdıklarında ezeriz” anlamındaysa da sıkıntıyı ifade ediyor. Elbette, gönül en azından, devletin her hareketten bilgisi olduğunu düşünmek ister.
Daire başkanının açıklamaları olduğu belirtilen köşe yazısında yukarıdaki açıklamalarla çelişen kesin ifadeler yer alıyor. Tehlikeli olan yapılar ve tehlikeli olmayanlar tasnifi var. Buradaki ölçülerden birisi “devlet içinde örgütlenmeye çalışan ve devlet içinde ‘gölge hiyerarşi’ kuranlar” cümlesinde. Bu son yıllarda paralel devlet yapılanması (PDY) diye isimlendirildi. Birisi bölücülerin KCK yapılanmasında oluştu diğeri FETÖ PDY olarak görüldü. İkisini de yok etmek için büyük bedeller ödendi.
Buradan anlaşılan da, hâlen devlet içinde yapılanan, “gölge hiyerarşi” kuranlar var. Bu durumda devletin güvenlik güçlerine görevi, bunu yapanların kafasını koparmaktır. Uyarmak değil.
Ve bence en önemli cümlelerden birisi de “Devletin kurucu felsefesine karşı olanlar tehlikelidir.” cümlesi. İki boyutu var. Devletin kurucu felsefesinin ne olduğu açıklanmalıdır. Böylece insanlar neye dikkat etmesi gerektiğini bilecektir. Ama bundan daha önemlisi, son yıllardaki fırtına bu cümledeki Kurucu felsefe üzerinde kopuyor. Hâlâ fırtına dinmiş de değil. Abant Toplantıları’nda başlayan, devletin kimliği ile mücadele eden, yapısını tamamen değiştirmeye çalışan ama sosyolojinin ve Türk Milletinin sağlam yapısı sayesinde ayakta kalmaya devam eden bir süreci yaşadık. Ayakta kalındı ama beka meselesi tehdidinin varlığı en üst düzeyde dile getiriliyor. İstiklâl ve istikbâl mücadelesinden hep bahsediliyor. Bunun temelinde de Devlet Kurucu Felsefesiyle çatışma var. Bu açıdan da bu cümlenin duyulması iyi bir işaret olarak da algılanabilir.