Bırakın hikayeyi, okuduğum çoğu romanın bile konusunu hatırlamakta zorlanırım. Ama, yıllar önce okuduğum Mustafa Kutlu’nun “Ya Tahammül Ya Sefer” isimli hikaye kitabındaki bir hikayeyi hiç unutmam. Çünkü O Hikaye bir bakıma bizim kuşağın dramıdır…
Kutlu, O Hikayede; Hayatı boyunca idealist kalan, kalmaya çalışan bir kişiyi anlatır.
Hikayenin kahramanı, her hareketini “DAVASINA” göre şekillendiren, “Davası” için yaşayan idealist bir gurubun üyesidir. Zaman içerisinde dostlarının azaldığını, dün DAVA için mücadele edenlerin kişisel çıkarlarını hayatlarının gayesi haline getirdiklerini, bazılarının köşeyi dönmek için her şeyi mubah görmeye başladıklarını üzüntü içerisinde izler. Kitap yayıncılığı yapan kahramanımız, yayınladığı kitaplar yüzünden hapse girer çıkar…
Evlenemez… Yalnız bir hayat sürer… Zor, meşakkatli, çileli… Etrafında hiç DAVA ADAMI kalmamıştır.
Arkadaşlarının bir kısmı politikanın, bir kısmı bürokrasinin zirvesindedir. Arkadaşları, köşe dönecekleri tekliflerle gelirler kendisine…. Tabii ki reddeder ve onlarla ilişkilerini koparır.. Ancak DAVA kitapları satmadığı için, yiyecek ekmek bile bulamaz hale gelir… Geçinebilmek için yemek kitapları basmaya başlar… Ve kendisinin bile inanmadığı bir mazeretin arkasına sığınır; Yemek kitapları basarak Türk Kültürüne, dolayısıyla DAVA’ya hizmet etmektedir…
Bizim kuşak, idealist bir kuşaktı, sağcısıyla solcusuyla… Kuru ekmeği de, cebimizdeki harçlığın son kuruşunu da birbirimizle paylaşırdık.. Rahmetli Alparslan Gümüş “Vatanım; ha ekmeğini yemişim, ha uğruna kurşun” mısrasıyla sanki kuşağımızın tüm mensuplarının düşüncelerine tercüman olmuştu… Hiçbirimiz, arkadaşlarımızı korumak için kurşunlara karşı vücudumuzu siper etmekten çekinmezdik… Ama yıllar, hele 1980 sonrasının “apolitik, ben merkezci” yılları, hepimizden çok şeyler götürdü… Dün arkadaşları için vücudunu siper edenler, üç beş kuruşluk çıkarlar için arkadaşlarını sattılar… Dönekler, sağda da solda da itibar gördü… Davalar sulandırıldı… Ne Anti Emperyalizm’den eser kaldı, Ne Milliyetçilikten…
Yabancılara vatan toprakları satılırken, bankalar tek tek elden çıkarılırken, Türk Telekom gibi, Tüpraş gibi nesillerin alın teri ile kurulmuş milli değerler peşkeş çekilirken, İkiz Yasalar , Tahkim, Vakıflar vb. sonuçları malum yasalar çıkarılırken, AB komiserlerinin talepleri emir telakki edip yerine getirilirken, O Dava adamlarından bazıları O yasaların lehinde el kaldırıyorlardı TBMM’de… Bazıları da medyada sahip oldukları köşelerden “Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar önemli ülkedir” diye ahkâm kesiyorlar, Emperyalizmin Türkiye temsilciliğine soyunuyorlardı…
O kuşaktan bir avuç DAVA ADAMI kaldı kalmasına… Ama o yıllardaki cesaretin yürekliliğin yarısına bile sahip değillerdi artık.. Çocuğum ne olur, hanımıma kim bakar, yoksul annem acıya dayanır mı diye düşündükleri için, seslerini yüksek perdeden çıkaramıyorlar…
Nasıl çıkarsınlar ki? Lise üniversite yıllarında, “Öğrenci siyasetle uğraşmaz, ekmeğini eline al ne yapacaksan yap.”, işe girince “Şimdi daha işin başındasın, hele yönetici pozisyonuna gel, o zaman kurtarırsın Türkiye’yi”, yönetim kademesine gelince “Haddini aşma, seni alırlarsa her dediklerini yapacak birini getirirler, uyum göstermeye çalış.” evlenince “Yeni evlisin, çoluğun çocuğun küçük, kendine acımıyorsun bari onlara acı”, yaş kemale erince de, “Çocukların senin yüzünden iş bulamayacak, bırak bu işlerle gençler uğraşsınlar” baskısıyla karşı karşıya kalan yurdum insanında “DAVA ADAMLIĞINDAN” eser kalır mı….
27 yıl çalıştığı kurumun özelleşmesini engelleyemeyen, Türkiye elimizden kayarken acı duymaktan başka bir şey yapamayan, haksızlıklara karşı haykıramayan ben de; sözünü ettiğim hikayenin kahramanı gibi, yazdığım basit sıradan yazılarla, DAVAYA hizmet ettiğimi sanıyorum… Tıpkı, kendisine gelen e-postaları dağıtarak, kahve dernek köşelerinde gençlik maceralarını anlatarak ne büyük DAVA ADAMI olduğunu ispatlamaya çalışan arkadaşlarımız gibi…
Ve bizim kuşağın bırakın DÖNEKLERİNİ , DAVA ADAMLARININ bile bu pısırık tavırlarıyla (tavırlarımızla) , o yıllarda toprağa verdiğimiz arkadaşlarımıza ihanet ettiklerini (ettiğimizi) düşünüyorum…
Döneklerin itibar gördüğü; ahde vefanın, dostluğun, sadakatin yalnızca sözlüklerde kaldığı; hayatında bir gün bile kimse için fedakarlık yapmayanların, kendi egolarını dünyanın merkezine koyanların siyasetin, bürokrasinin ve iş dünyasının zirvesinde yer aldığı, gençlere mankenlerin ve futbolcuların rol model olarak sunulduğu bir toplumda, küresel kültürün “yalnızca tüketici” olarak şekillendirdiği insanlardan “DAVA ADAMI” olmalarını beklemek mümkün müdür?
Mensuplarının çıkarından ziyade şahsi ikballerinin peşinden koşan sivil toplum örgütü liderlerinin; kalemlerini kendi doğrularının değil patronlarının çıkarının emrine veren gazetecilerin; yazmayan-üretmeyen ve hatta düşünmeyen ilim adamlarının; Türkiye’nin her gün değişen şartlarına uygun yeni politikalar üretemeyip, kalıplaşmış cümlelerle siyaset yapmaya çalışan siyasilerin; fikirlerini hâla 1930’ların birikimleri ile savunmaya çalışan, bilinenler üzerine yeni şeyler ilave edemeyen düşünce önderlerinin (?) DAVA ADAMI olarak tanımladığı bir zamanda, DAVA ADAMI olmak öykünülecek bir durum mudur? O da ayrı bir mesele…
turkocagi.org