Sahi Neydi 12 Eylül?
“3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
31 gazeteci cezaevine girdi. 300 gazeteci saldırıya uğradı.
3 gazeteci silahla öldürüldü.
Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
39 ton gazete ve dergi imha edildi.
Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.
144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
14 kişi açlık grevinde öldü.
16 kişi -kaçarken- vuruldu.
95 kişi -çatışmada- öldü.
73 kişiye -doğal ölüm raporu- verildi.
43 kişinin -intihar ettiği- bildirildi.”
Sahi neydi 12 Eylül?
Puntosunu küçülttüğüm bilgilerden mi ibaretti?
Madem bu kadardı da neden büyüklerimiz küçük bir sorunla karşılaştığımızda dahi siz hiç darbe görmediniz, yaşamadınız deyip duruyorlar. Ne yaşanmış olabilir ki bu kadar dile getiriyorlar, bir daha olmaması için dualar ediyorlar. Sahi neydi 12 Eylül?
Bir sabah vakti çalınan hayaller, bir gece vakti sıkılan kurşunlar, saatin bilmem kaçında yapılan işkenceler ve bilmediğim yasanın bilmem kaçıncı bendine göre verilmiş idam kararları…
Yıllarca bunlar her 12 Eylül’de hatırlatılmadı mı bizlere?
Neden kimse bizim açımızdan da bakmıyor 12 Eylül’e diye düşündüm, durdum.
Bu gün içimden geçenleri ve ben gibi düşünen arkadaşlarımın görüşlerini sizlere aktarmaya karar verdim.
12 Eylül kara bir gün olarak, tarihimize geçmiş. Gittik kütüphaneye, açtık kitapları. Teker teker okuduk, kanlı gözyaşları.
Neler yaşanmış, ne çileler çekilmiş. Okulda; tarih derslerinde kurtuluş savaşında yaşadıklarımız anlatılırken meğerse dışarıda bambaşka hayatlar da yaşanmış. Biz kurtuluş savaşında dış mihraklara karşı savaşırken peki bu 12 Eylül de neyin nesiydi?
Bir millet, birbirine düşürülmüştü, Türk milleti olma şuurunu yitirme safhasına gelmişti. Bu daha önemli değil miydi, millet olmadan ne olabilirdi ki?
Kardeş kardeşi vuruyordu. Fakir milletimin fakir insanları yok oluyordu.
Birileri dairelerinde şampanya patlatırken, benim abilerim ablalarım birbirlerine yumruklar patlatıyorlardı. Garip anam, evinin direği oğlunun arkasından ağlıyordu. Yüz binlerce genç fikirleri uğruna birbirlerine düşürülmüştü.
Çok düşündüm, acaba 12 Eylül’ün gizemi SAĞ VE SOL’da mıydı? HAYIR!
Bunun cevabını:
AHMET KERSE,
ALİ BÜLENT ORKAN,
CENGİZ BAKTEMUR,
CEVDET KARAKAŞ,
FİKRİ ARIKAN,
HALİL ESENDAĞ,
İSMET ŞAHİN,
MUSTAFA PEHLİVANOĞLU,
SELÇUK DURACIK,
BEKİR BAĞ,
AYDIN DEMİRKOL,
MEHMET KAZGAN,
HÜSEYİN KARAMAHMUTOĞLU
gibi nice isimler verebilirdi. Şimdi bu isimleri duymayan milyonlar vardır belki, fakat 12 Eylül’ü anlamak için gerçekten bu isimlere de bakmamız gerekiyor.
“Mustafalar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik yaşar” diyen ve nişanlısına, sevdiğine mutlu bir yuva kurması için Cenab-ı Allah’a dua ederek arkasında mektup bırakan Pehlivanoğlu’yu bilmek gerekir.
Son günlerinde köydeki anasını rüyasında gören Kerse’yi unutmamak gerekir ki: “Ölsem de ben ölmem, varın siz anlayın!” diyen sözlerini, “İlay-ı kelimetullah!” diyen diller lâl olmaz. Allah diye inleyen güller solmaz. Tekbir getiren, teşbih eden güller solmaz. “Susmayacak Hakk’ın dili!” dörtlüğünü ezberlemek gerekir.
Görevli sorar: “Son bir arzun?” Güler. Görevli hiddetlenir: “Sana son arzunu soruyom sen gülüyorsun.” Ve cevap verir: “Beni öldü bileceklere gülüyorum. Temizim, pakım, Allah’ıma kavuşuyorum. Daha ne isteyeceğim? Hazırım ben.” diyen Orkan’ı ağlamadan anmak mümkün değil.
dam ipine giderken bir bayrak ve Kur’an-ı Kerim’i isteyen Baktemur‘u ve canını almak isteyen cellatların bunu iki kez yapmalarını ben nasıl unutayım.
“Ya ölmeden öldüler” diyerek işkenceyle Başbuğumuzu suçlamaya kalkışıp iftira atmak isteyenleri ve bu durum karşında imanlarına ve ülkülerine yenilmeyen Duracık’ı, Esendağ’ı ben nasıl unuturum.
Ya 3 gün cezaevinde kalıp onu savunacak bir avukatımız bile olmayınca yanlışlıkla öldürülen Karakaş için ben ne yapayım. İnfaz edileceği zamanı tam olarak bilmediği için adeta ölüm orucunda gibi ağzına su bile koymayan şehidimi ben nasıl unuturum.
Hele ki bunun sebebini öğrendiğimde imanımdan şüpheleneceğim aklıma bile gelmezdi. Öldükten sonra vücuttan bazı dışkılar çıkar ya işte Fikri Arıkan, dünya hayatının son bulacağı bir anda bile abdestini koruma gayretiyle hareket etmiş, cellat sandalyesini tekmelediğinde vücudundan hiçbir dışkı çıksın istememişti. Bu asalet, bu terbiye, bu tevekkül, bu iman kolay rastlanabilir bir durum değildir.
Sahi neydi 12 Eylül? Bunları okurken bile gözlerime hâkim olamıyorum. Bir sürü yanlışlar, yalanlar, dolanlar… Bunları bizler hak etmemiştik. Bunları ülkemiz hak etmemişti. Bunları idam olan Ülkücü ağabeylerim hiç hak etmemişti.
Elbet bir gün hak yerini bulacak ama okunan ezanlar ve dalgalanan bayraklar aşkına bu ülkü hiç bitmeyecek, bunu bilsinler.
Dün Ülkücüleri kötülemeye çalışanlar, öldürenler bugün Ülkücülük üzerinden geçinmesinler. Dünü yaşamayıp bugünü bilen nesil bu oyunları çok iyi biliyor, hiç kuşkunuz olmasın.
Ne dün bu ülkeyi bölebildiler darağaçlarında ne de bu gün bölebilecekler.
Hakkınızı helal edin Ağabeylerim, 12 Eylül bizleri ayırmadı, biliyorum. Emanetiniz emin elde, darağaçlarında unutmadık ülkülerinizi.
Ülkü yolunun zincirlerine bağladık ve Kızılelma’da Rabbim bizleri kavuşturacak, emin olun!
Allah Yâr ve yardımcımız olsun.