Milliyetçilik en kolay tanımı ile milletini sevmektir. Batı dillerinde milliyetçilik “ırkçılık” anlamına geldiği için batılılar Türk Milliyetçiliğini ırkçılık olarak anlıyorlar. Çünkü batılılar, ırkçılık yaptıklarına dair tescilli suçlarını unutamadıklarından, “bakınız, Türkler de ırkçı” demek istedikleri için, bizleri ırkçı gibi görmekten de keyif alıyorlar.
Türk Milliyetçiliğinin başladığı tarihten itibaren, Türk Milliyetçileri ırkçılığı reddetmişler ve yanlış bulmuşlardır. Türk Milliyetçiliğinin bânisi kabul edilen Velibey Hüseyinzade, A.Merdan Topçubaşı, Ahmet Ağaoğlu ve Ziya Gökalp gibi, geçen yüz yılın başında Türk Milliyetçiliğini tanımlayanlar, “Türk Milletinden, İslam Ümmetinden ve Garp Medeniyetinden” şeklinde tanımlamışlardır.
Türk Milleti ırkî bir tanım değil, kültürel bir tanımdır. Alt kültürler, kabileler için siyasi bir şemsiye, ulusal ve uluslararası bir güvenlik, dünyaya ve insanlığa açılımda ortak duygu ve düşüncelerin ifadesi olarak tarihi, kültürel bir beraberliğin ve ortak geleceğin adıdır.
Yukarıdaki tanıma açıklık getiren Gazi Paşa, “ne mutlu Türküm diyene” derken, sadece Türk soyuna mensubiyeti kutlamıyor; kendisini yukarıda açıklanan müşterek geçmiş ve gelecek anlayışında gören ve bu büyük birliğe mensubiyeti ifade eden herkesi kutlamaktadır.
Herkesin bildiği meşhur Türk Milliyetçilerinin son devir liderleri olan Alparslan Türkeş, Seyyid Ahmet Arvasi, Erol Güngör gibi önderlerin tanımında, “Türk İslam Ülküsü” de geçen asırda yapılan tanımın daha kısa ve özlü olarak ifadesi olmuştur.
Büyük Türk kitlesi Türklük, Cumhuriyet veya Türk Milliyetçiliği denildiğinde bunun Türk İslam Ülküsü niteliğini ifade ettiğini bilmektedir
Ancak dış tahrikler, baskılar, iç olaylar ve çatışmalar sebebiyle, siyasi, ideolojik ve sosyo-kültürel olarak Türk Milliyetçiliği bazen “bizim partili” anlamına gelmiş, bazen de, siyasi ve/ya anarşi ve terörün geldiği veya getirdiği çizgi sebebiyle “bizden” olanlar anlamına da kullanılmıştır. Böylelikle halkta veya bir kısım insanlarda Türk Milliyetçiliği anlam kaybına, bilgi kirlenmesine sebep olmuştur. O günler sadece geride kalmadı, bu yanlış anlayışta eskimiş fikirler çöplüğüne gömülmüştür.
Türk Milliyetçiliğini veya Türklüğü bir parti, bir dernek, bir sendika, bir vakıf veya kabile ile aşiret ile boy ile sınırlamak kimsenin hakkı ve haddi olmamalıdır. Kendisini Türk sayan herkes Türk’tür. Bunda hiç birimizin ihtilafı yok.
Bu noktada bir hatıra nakletmek istiyorum. 1969 yılında Alparslan Türkeş’in lideri olduğu CKMP’nin İstanbul Taksim’de mitingi vardı. Yüksek okul öğrencisi olarak bir gurup arkadaşla gitmiştik. Türkeş kürsüde iken, nereden nasıl geldi ise, “CHP komünist, komünistler Moskova’ya” diye bir slogan çıktı.
Merhum Türkeş, anında, yüksek bir öfke ile topluluğu azarlayarak:
“-Susun! Bir tek Türk Milliyetçisin olduğu bir yere Komünist diyemezsiniz! CHP’de çok değerli bir Türk Milliyetçisi var; Şevket Raşit Hatipoğlu var” diye buna izin vermemişti.
Belki de o anda ilk hatırladığı isim oydu. Ama tespit son derece yerindeydi. Şevket Raşit Hatipoğlu Türk çaycılığının kurucularından olduğu gibi, milli tarımın kuruluşu ve gelişmesinde önemli bir isimdi. Bu millete hizmet etmiş bir Türk Milliyetçisi.
Türk Milliyetçiliğini esas alan siyasi parti bu çağda kaçınılmazdır.Bu ayrı bir şeydir.
Daha açık bir ifade ise ile geçmişi, kaderi bizimle olan ve bizim coğrafyamızda yaşamış Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı devletlerinin ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olmuş sevincini ve üzüntüsünü bizimle paylaşmış herkes Türk sayılarak eşit hak ve hürriyet sahibi olmuş herkesi Türk saymıyor muyuz?
Türk hiç kimsenin özel adı, kabilesi veya aşireti değildir.
Aksi takdirde, Türk kavramı içinde yer alan ve hiçbir dönemde bu kavram dışında sayılmayan kişi ve gurupların, “öteki” konuma itildiği görülür. Daha çok Türk Milliyetçiliğinin fetret dönemi ile başlayıp gelişen bu anlayış, yanlış olması bir yana Türk Milliyetçiliğine, Türk kültürüne ve geleceğimize de zarar vermektedir.
Bu dar, kısır, yanlış anlayışı bırakmanın zamanının gelip geçtiği kanaatini taşıyoruz.
Dil ve Din Birliğimiz Tehlikede
Merhum Atatürk, “milletleri ayakta tutan dil birliğidir, din birliğidir” diyor. Bu noktadan bakıldığında, hem dışarıdaki (küresel) güçlerin, hem de içerdeki ajanlarıyla birlikte, mütareke basınının, toplumu doğrudan etkileyen güçlerin etki, katkı ve yönlendirmesi ile dil birliğimiz de din birliğimiz de artık güvende değil. İnsanlar, hangi duygularla, inançlarla, ideolojilerle olursa olsun, bir farklılaşma, ayrışma, bölünme, parçalanma sürecine girmiş gibi görülüyor.
Bu noktadan bakıldığında dilimizin de, dinimizin de tehlikede olduğu açıkça görülmektedir.
Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde görülmeyen yabancı dille eğitim, batıda ne varsa, bizde de olacak mantığı, kolay para kazanma, şöhret olma amacıyla ahlakî kayıt dışı görüntünün meşrulaşması gibi pek çok baskı aile yapımızı, hemşehrilik duygularımızı, millet mefhumumuzu, dilimizi ve dinimizi parçalamakta, yıkmaktadır.
Küresel güçlerin baskısı ve tahriki ile ortaya atılan ana dilde eğitim rezaleti ortaya çıkınca, RTÜK’e “bizim de ana dilimiz başka, bizim dilimizde de yayın yapın” diye müracaatlar arttı. Propagandalar etkili de oldu ve belli mahalli dillerde devlet Televizyonları yayınlar yapmaya başladı.
Ayrı gibi gözükme merakı içinde olanlardan, –azda olsa– Rusların XIX, yüz yılda Kafkasya’daki Müslüman kabileleri, Hıristiyanlaştırma, başaramazsa top yekûn imha etmek için giriştiği soykırım harekatında Türk devletinin elini uzatarak, “sizler Müslümansınız ve benim devletimin tabii vatandaşlarısınız”, diye kurtarmak için, Anadolu’ya gelmelerine izin vererek, eşit vatandaşlar olarak kabul ettiği ve Türk soylulardan ayırmak yerine, daha fazla da imkanlar sağladığı insanlar da vardır.
Bunu hiç hatırlamadan, bir defa olsun, kendilerini soykırımdan kurtaran Türk devletine teşekkür etmeden, ayrı oldukları iddiasını ortaya atmış olmaları, yüreklerimizi kanatmakta, bizi fevkalade üzmektedir.
Kafkasya’da bulunan devletlerde, devletin çoğunluğunu meydana getirenler vatandaş, diğer Kafkas kabileleri o devlet içinde “azınlık” sayılır. Rusya’da, Gürcistan’da, Ukrayna’da olduğu gibi, Azerbeycan’da da; çoğunluktan sayılmayan diğer boy ve kabilelere mensup olanlar, mesela Tatarlar, Ahıskalılar, Özbekler ve diğer Türk boylarına mensup olanlar “azınlık” sayılmıştır. Bu Sovyetlerden kalma bir alışkanlıktır.
Türkiye’de Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlar dışında azınlığımız yoktur. Kaldı ki, onlar da bizimle eşit hakları olan vatandaşlarımızdır.
Bu memlekette yaşayan Arap, Kürt, Laz, Çerkes, Gürcü, Lezgi, Abaza, Çeçen, Arnavut, Boşnak, Pomak, kim varsa, hepsi benimle aynı hukuka sahip, eşit Türk vatandaşıdır. Seçme seçilme, devleti yönetme hakları dâhil, aramızda hiçbir farkımız yoktur.
İnanmayanlar T.C’ni yönetmiş ve yönetmekte olan kadrolara baksın. Her hangi bir ayırım olmadığını açıkça görecektir.
Ama şimdi bu arkadaşlarımız içinden çok azınlıkta kalmış birileri; AB başta olmak üzere küresel güçlerin baskısı ve yönlendirmesi ile “biz sizden değiliz” demeye çalışıyorlar..
Bir gün Türkiye devleti de tıpkı eski Sovyet topraklarındaki devletler gibi, bunları azınlık saymaya kalkarsa, “mahalle muhtarı” dışında bu kabilelerden kimseyi görmek mümkün olmayabilir.
Türk Devleti böyle bir ilkelliği hiçbir zaman düşünmez ve Türk Milleti böyle bir uygulamanın yanlış olduğunu bilir, hiç kimse de böyle bir talepte bulunmaz. Ama herkesin aklını başına alması da gerekmiyor mu?
Diğer taraftan, bu Milletin %99 undan fazlası Müslüman’dır. Çok büyük bir çoğunluğu Hanefi, küçük bir gurubu da Şafii mezhebine mensuptur. Çok daha az nüfusa sahip olan Şii/Caferiler ise, her şeye rağmen Türk olduklarının şuurunu bayrak gibi saklamaya devam ediyorlar
Ancak, 1960 sonrasında “Tercüme Din Kitapları” ile başlayan Müslümanlık anlayışımızdaki bölünüp parçalanma; Kuran İslamı, Halk İslamı, Selefi İslam, Ilımlı İslam, Hizbullahî İslam’dan başlayarak pek çok çeşitli İslam’a bölünerek ayrılıklarımız artmaktadır.
İslam tek başına yetmiyormuş gibi, içine siyaset karıştırılan “Siyasi İslam”, “İdeolojik İslam” gibi anlayışsızlıkları ve İslamı etnik kavramlarla izah eden düşüncesizlikleri içimize sokanlar gerçekten Müslüman iseler, mutlu mudur?
Yani dinimiz de dilimizde artık ciddi tehdit altındadır,.
Cumhuriyet İdeali
Dünyanın en büyük ve en zengin devleti Osmanlı’nın yıkılışını sağlayan I. Dünya Savaşı ve peşinden de “Milli Mücadele”miz sona erdiğinde Cumhuriyet’in gerçekleştirdiği birkaç husus vardır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür:
- Eskiden herkes kendi dinine göre mahkemelerde yargılanırdı. Cumhuriyet vatandaşları arasında hukuk birliği sağladı. Herkes aynı mahkemede yargılanmaktadır.
- Eskiden hemen her şehrimizde Müslüman, Hıristiyan ve bazı yerlerde de Yahudi mahalleleri vardı, Cumhuriyetle birlikte nüfus tarihimizde ilk defa %99 Müslüman nüfusa erişti, din birliği sağlandı.
- Eğitimde herkes kendi dinine, soyuna göre eğitim görürdü. Bunun yanlışlığı görüldüğü için “ bir devletin genel eğitim ve kültür politikasında, milletin duygu ve düşünce bakımından birliğini sağlamak için öğretim birliği en doğru, en bilimsel, en çağdaş ve her yerde yararları ve güzellikleri görülmüş bir ilke” olara kabul edildi. 1839 Gülhane Hattı Humayunu’nundan sonra Osmanlı’nın da yapmak istediği, öğretim birliğini sağlandı.
Ayrıca, bu vatan için aynı düşmana karşı birlikte savaşıp, birlikte şehit olanlarımızdan arta kalanlar, birlikte gâzi oldular. Yokluğa, kıtlığa, hastalığa ve ortak düşmanlarımıza karşı gönül birliği, ideal birliği ve çalışma birliği oluşturduk.
Bugün bütün sıkıntılarımıza rağmen, dünyanın gelişmiş ilk 17 ülkesinden birisi oluşumuzda, ortak duygu ve düşüncelerimiz yanında, ortak çalışmamızın, gayretimizin olduğunu biliyoruz. Kimin hangi etnik kökten geldiğinin, ana dilinin ne olduğunun ne önemi var?
Hepimiz aynı duygu inançlarla, Abdurrahim Karakoç’un diliyle:
“Türküz, Müslümanız, ötesi neki?”
Demiyor muyuz?
İşte bu anlayışla Cumhuriyetin başından bizi bu günlere getiren anlayışa, aynı millete mensup insanlar olarak birlikte mutlu olmak, uğrunda beraberce şehit ve gazi olduğumuz vatanımızda mutlu yaşamakta da beraber olmayız.
Vatanımızı, milletimizi bölmek için uğraşan,-özellikle– küresel güçlere karşı birlik olma iradesine; Cumhuriyeti, Cumhuriyet değerlerini korumaya ve bu fikre sahip çıkanları bir araya getirerek, her türlü ayrımcılığa, bölücülüğe karşı çıkmak gibi bir sorumluluğumuz olduğunu düşünüyoruz.
Bizi, yeniden birleştirecek, kaynaştıracak, yerin altında şehitlerimizin, atalarımızın birlikte yattığı vatanımızda, yerin üstünde de kavgasız, gürültüsüz; insanca birlikte mutlu birer hayat sürmek için Cumhuriyet idealinde birlikte hareket etmek istemeyenler akıllarını başlarına almalı, birlikte yaşamamız için onları da ikna etmeliyiz.
Gelin Türkiye düşmanlarını, Türk düşmanlarını, devletimizi ve milletimizi tehdit eden içerdeki ajanlarına ve dışarıdaki düşmanlara karşı yeniden birlik olalım.
Türk Milliyetçileri bunu aşkla ve samimiyetle başka hiç bir hesabı olmaksızın istemektedirler.
İnsanların etnik yapısı, soyu sopu ne olursa olsun, Cumhuriyeti ve devleti korumak ve milletimizin mutluluğunu sağlamak üzere birlik olmak hepimizin ideali değil midir?
Mevlana’nın diliyle,
“Gel, yine gel, no olursan ol, yine gel.
Tevbeni yüz kere bozmuşsan da yine gel.
Bizim dergâhımızda (gönlümüzde) ümitsizliğe yer yoktur”
Herkese ortak mesajımız, ortak sesimiz:
GELİN CANLAR BİR OLALIM!
Bir olalım ki, iri olalım, iri olalım ki, diri olalım. Horasan Erenleri Ahmet Yesevi’de, Hacı Bektaş’da ve Anadolu’nun bin yıllık sesi Yunus Emre’de buluşalım.
Bunun için “bir” olalım.
Kişisel hesabımızı, nefsimizi, çıkarı, çıkmazı bir kenara koyalım. İç hesaplaşmaya, koltuğa dair hesap gününde olmadığımızı, liderin kim olacağının çok önemli olmadığını, mutlaka bir insanın lider olması gerektiğini, bize bizden başka kim anlatacak?