KONUYA GENEL BAKIŞ[1]
Ülkemizin en önemli sosyo-kültürel ve hukuk temelli en önemli sorunlarından birisi olan Alevilik konusunda yapılan tartışmalar incelendiğinde en önemli konulardan birisinin, "Cemevinin İbadethane olarak kabul edilmesi" şeklinde karşımıza çıktığını görüyoruz.
Bu sorunla ilgili her halde sorulması gereken ilk soru şu olabilir:
"- Cemevi ibadethane olarak kabul edilirse, Alevilerin veya Aleviliğin sorunları çözülmüş olacaktır mıdır?
Bize kalırsa konuyu bütün olarak ele almadan, yani konunun tarihi, kültürel ve tasavvufi boyutu ile ilgili bilgi birikimine gitmeden bu soruya cevap verilmesi bir anlam ifade etmeyebilir.
Olaya özellikle siyasi olarak bakıldığında, "bütün yer yüzü mesciddir" diye bakarak, ya da "ülkemizde bu kadar cami, şu kadar kilise ve bir o kadar da Havra var, Cemevi de aynı statüde olsa ne çıkar?" diyenler olduğunu da hatırlamalıyız.
Meselenin bu kadar basit ve kolay olmadığını da kabul etmeliyiz.
Bu soruya doğru bir cevap verebilmek için aşağıdaki hususların da bilinmesi ve birlikte düşünülerek bir cevap verilmesi gerekecektir.
Unutmayalım ki devlet insan aklının bulabildiği en büyük organizasyondur. Devlet, kuralları ve kurumlarıyla bir anlam ifade eder.
Bilginin, çağımızın İletişim hızıyla yayıldığı, hukukun üstünlüğünün yaygınlaştığı, insanın din, dil, ırk ayırımı yapılmadan "Allah’ın yarattığı şerefli bir varlık" olarak kabul edildiği bir çağda yaşadığımızı bu arada kaydetmek istiyorum.
"Cemevi" etrafında şekillenen sorunların neler olduğunu anlamak için öncelikli olarak incelenip, bakılacak alanın "Alevilik" olarak ifade edilen meselenin tarihi, kültürel, tasavvufi ve sosyolojik boyutunun incelenmesi, araştırılıp değerlendirilmesi gerekecektir. Çünkü "Cemevi" kendi başına, salt olarak doğmuş bir kurum, bir mekan veya kendi başına bir "sorun" değildir.
– Alevi olarak bilinen insanların "yol", "erkân" veya "usul" kelimeleriyle ifade edilen uygulamalarının hayata geçirildiği mekan olarak bilinen Cemevi nedir, nerelerde olurdu, kim tarafından nasıl yönetilirdi?
– Bu Cemevi denilen mekanlar tarihi ve kültürel olarak hangi yerlerde, nasıl bir mimari ile yapılmışlardı?
– Bugün şehirlerde yapılmış Cemevleri, tarihteki hangi kurumların karşılığıdır?
– Halen Cemevi’nde yapılan yol, usul, erkân içinde neler var ve bunların dini veya kültürel temelleri var mıdır?
– Günümüzde en çok tartışılan "hukukun üstünlüğü" ilkesi açısından, ya da yürürlükteki hukukumuz açısından Cemevi’nin durumu nedir?
"Tarihimizde, "cemevi" sosyal veya kamu hizmeti açısından ne işlev görürdü?
TARİHİ VE KÜLTÜREL OLARAK ŞİA VE ALEVİLİK
"Alevi" tabirinin, Hz. Peygamberin "dâr-ı beka"ya gitmesinden sonra ki halifeler döneminde, özellikle Hz. Ömer zamanında "Şia-i Ömer" (Ömer yanlıları/) tabirinin çıktığı, sonra "Şia-i Osman" olarak da kullanıldığı biliniyor.
Hz. Ali’nin Halifeliği döneminde ortaya çıkmış olan "Şia-i Ali" o kadar büyük kalabalıklara ve güce ulaşmıştı ki, bu güçlü vurgu ve ses kendisinden önce de "Şia" (taraftar/partizan) kelimesinin kullanıldığını unutturdu.
"Şia" kelimesi tek başına "Şia-i Ali" anlamında kullanılmaya başlanıldı. Bu kullanım halen devam etmektedir. Ancak günümüzdeki "Şia-i Ali" ile Aleviliğin ilgisi bulunmamaktadır.
Geçen zaman içerisinde, kültürel coğrafyalara göre teşekkül etmiş olan mezheplerin kuruluşları döneminde de Şia’ya mensup olan mezhepler oldu.
"Şia" veya "Şii" kelimeleri birden çok mezhebin ortak adı olarak bütün İslam dünyasında yaşamaya devam etmektedir(Caferi, İsmaili, Zeydi, Nusayri… gibi mezhepler bu guruba dahil mezhepler olarak kabul edilmektedir).
Ülkemizde, bugün "Alevilik" olarak ifade edilen anlayış veya inanışın Ahmet Yesevi – Hacıbektaş Veli silsileleri ile Selçuklu devletinin yıkılmakta, Osmanlı’nın kurulmakta olduğu XIII. yüz yılda Türkistan’dan gelen "Horasan Erenleri" ortak adıyla bilinen "Hak Dostları" tarafından kuruldu.
Bu yeni kurulan yolun bir mezhep olduğu şeklinde tarihi ve kültürel hiç bir kayıt veya belge yoktur. Bu yeni kurulmuş olan "Yol" İslamın daha hassas kurallara ve inceliklere sahip "tasavvuf yolu" olduğunda ise, kuşku yoktur.
Bu yolun kurulduğu XIII. yüz yıl şartlarına göre, bütün dünyada insanlar, yaygın olarak tarım, hayvancılık ve madencilik gibi üretime dayalı bir sosyal hayat yaşamaktadır. Türkler arasında göçebelik, göçerlik hayatı devam etmektedir.
Anadolu’yu vatan tutmuş ve yüzlerce yıl haçlı seferlerine karşı korumuş Selçuklu Devleti, ömrünün son yıllarını yaşarken, Osmanlı "Beylik’ten devlete" geçme mücadelesi içindedir. Şehirlerdeki nüfusa göre köylerde yaşayanlar çoğunluğu oluşturmaktadır.
Bilinen bu hayat tarzının gereği olarak da bu yeni oluşan "tasavvufi yol" daha çok konar-göçerler ve köylüler arasında yayılmıştır. Bu yolu kuranlar da muhatapları da mensuplarını bildikleri için, yolun "usul" ve "erkânı"nı köy ve yayla şartlarına göre düzenlediler.
Unutmayalım ki, tasavvuf ekollerin tamamının kuruluş ve çalışmaları sırasındaki tek hedefi, maddi ve mânevi anlamda "insan-ı kâmil" (olgun insan)yetiştirmektir.
Hacıbektaş Veli’nin liderliğinde kurulan bu yolun kurulduğu tarihten itibaren adı "KIZILBAŞ"tı. Kurumsal isim olarak da "KIZILBAŞLIK" olarak biliniyor.
Bu isim halen kullanılmaya devam edilmektedir. Edebiyat tarihçisi ve eski milletvekillerinden olan Besim Atalay gibi, Cumhuriyet dönemi başlarında konuya ilişkin kitap yazmış olanlar, Kızılbaş kelimesi yerine "KÖY BEKTAŞİSİ", Alevilik yerine de "Köy Bektaşileri" deyimlerini kullanmıştır[2].
Osmanlı Ordusunun "düzenli ordu" haline gelmesi ile birlikte, o dönemin kültür değerleri olarak "Pirsiz meslek haramdır" anlayışı, askerlerin psikolojik motivasyonu ve benzer sebeplerle Hacıbektaş Veli zamanında ve muhtemelen Sultan Orhan devrinde yeni kurulan düzenli ordunun yeni elbiseleri (üniforma) ile Hacıbektaş Veli’ye götürülmesi ve kendisinden "hayır dua" alınması ile başlayan "Yeniçeri"lerin kahramanlıkları ile bu yol, adını bütün dünyaya kısa sürede duyurdu.
1510 yılı sonu ve 1511 yılının ilk aylarında meydana gelen Safevi (İran) Devleti kaynaklı Şahkulu Tekelü Baba İsyanı, Osmanlı devletini yeni çok yönlü tedbirler almak zorunda bıraktı. Osmanlı kültürünün önemli bir kısmını da oluşturan Hacıbektaş Veli Yolu‘nun, "şehirli kolu" olarak Bektaşiliğin Balım Sultan tarafından kurulması da bu tedbirler arasında, II.Beyazıt tarafından hayata geçirildi.
"Veli Padişah" olarak da bilinen Sultan II.Beyazıd, Balım Sultan tarafından kurulmuş olan Bektaşiliğin ilk dervişleri arasına adını yazdırdı.
İşte bu tarihten sonra "Hacıbektaş Veli Yolu"nun şehirli olan koluna Bektaşilik, yola mensup olanlara da "Bektaşi" olarak anılmaya başlandı.
Yeniçeriler arasında Bektaşi ve Bektaşilik deyimleri zaten kullanılmaktaydı. "66. Yeniçeri Ortası"nda "Hacı Bektaş Veli Yolu"nu temsilen bir "Bektaşi Halife Babası" bulunurdu[3].
1826 tarihine kadar "Kızılbaş" ve "Bektaşi" aynı yolun köylü, konar-göçe ve şehirli kollarının isimlerini ifade etti.
Her iki kolun bağlı olduğu Hacıbektaş Veli Yolu‘nun şehirli kolunun "Dergâh" ve "Zaviye"leri vardı. Bu dergâh sayıları incelendiğinde Bursa’da iki yüz kadar, İstanbul’da ise, daha fazla sayıda Bektaşi Dergâh ve Zaviyeleri vardı.
CEM TÖRENLERİ VE CEM EVİ
Anadolu’nun bilinen mevsim yapısı, uzun kış şartları dikkate alındığında köylerde yol ve erkânı uygulamak için yapılmış özel mekanlar; (CEM EVİ) yoktu. Çünkü ilk bahar, yaz ve sonbahar mevsimleri yoğun olarak tarlada, bahçede, harmanda geçiyordu. Yol ve erkân uygulamaları yoğun olarak kış mevsiminde yapılırdı.
Bu yapılan ayin veya toplantılar (CEM) da "köyde kimin evi "cem’e katılacakları" alacak kapasiteye sahipse, o evde yapılırdı". Her köyde yol ve erkânı uygulayacak, yolbaşı veya "Cemaat Önderi" diyeceğimiz "Dede" bulunmazdı.
Bu sebeple de Dede genellikle başka köyden gelirdi. Bu gelenek halen devam etmektedir.Yol ve erkânın periyodik olarak yapılan günlük veya haftalık, Dede yönetiminde yapılacak ritüel haline gelmiş uygulaması da yoktu. Halen de bulunmamaktadır.
1511 yılından itibaren bu iki kol; şehirli ve köylü yahut "Bel evladı" ve "Yol evladı" olarak devam etti. Bu terimler farklı şekillerle de ifade edilir. "Bel oğlu", "yol oğlu" veya "belden gelen" veya "yoldan giden" gibi aynı yol içinde iki başlı gibi bir hale geldi.
Öz olarak incelendiğinde bu ikili yapılanma son dere yerinde ve isabetli olmuştu. Bir tarafta tarım ve hayvancılıkla meşgul köylü, diğer yanda medreseli, Enderun’lu kültürel ve sosyal gelişmesini tamamlamış bir yapı vardı. Osmanlı dönemi dedebaba, halife baba ve babaları incelendiğinde çok önemli bilim ve din adamları oldukları anlaşılır. İçlerinden Şeyhülislamlığa yükselmiş olanlar olduğu bilindiği gibi, Hacıbektaş kasabasının bağlı olduğu Kırşehir kazası Müftüleri de çok uzun bir dönem Bektaşilikten nasip almış insanlar olmuştu.
Bu geleneği ve kültürü yeni deyimle güncellemeye ihtiyaç yok mudur?
Kızılbaşların bağlı oldukları "Dede"ler eskiden olduğu gibi, Hacıbektaş Veli’nin soyundan gelen ve "Beloğlu" olarak da anılanlar "Çelebi"lere bağlı olarak kaldılar.
Şehirli olan Bektaşiler ile Bektaşiliğe bağlı Yeniçeri askerleri "yol oğlu" olarak da anılan ve 1511 yılında Balım Sultan tarafından kurulan "Yol oğlu" kolu da aynı yolun "şehirli kolu" olarak "Bektaşilik" adıyla "Dedebaba"ya bağlı kaldı.
Hacı Bektaş Veli Dergâhında bu tarihten itibaren biri köylü ve konar-göçerlerin bağlı olduğu Çelebi, diğeri de şehirli dergahların üst yöneticisi olarak Dedebaba tarafından ortak yönetilen hale geldi.
Elbette bu iki başlılık zaman zaman da ihtilafların yaşanmasına da sahne oldu ise de, ciddi problemlerin yaşandığı da söylenemez.
Hem Çelebiler, hem de Dedebaba olanlar Osmanlı Sultanları tarafından "Hacıbektaş Veli Zaviyesi/Dergâhı/Vakfı Mütevellisi" olarak atanırdı.
1826 yılında, Yeniçeriliğin topa tutularak imhasını takibeden günlerde, Bektaşilik yasaklandı ve Hacıbektaş kasabasındaki merkez dergah dışında kalan, bütün dergah ve zaviyeler kapatıldı[4].
Hacıbektaş Veli’ye duyulan saygı ve hürmet sebebiyle merkez dergah kapatılmadı ama, burasını da yönetmek üzere gelenek bozuldu. Bektaşiliğe en yakın tasavvufi yol olarak bilinen "Nakşi" yolundan Şeyh Esat Efendi "mütevelli" olarak görevlendirildi.
Bu işlemleri yapan Sultan II. Mahmud‘un Hakka yürümesinden sonra oğlu Sultan Abdülmecit tahta geçince, Bektaşiliğe mensup olan annesi Bezmialem Valide Sultan oğluna;
"– Sen şehzade iken, babanızın kapattığı Şahkulu Dergahını ziyaret ederek, himmetinle, oğlum Sultan olursa, dergahını açtıracağım, diye söz verdim. Beni mahcup etme" şeklinde bir beyanda bulundu ve kapalı mekanlar içinde ilk açılan Bektaşi Dergahı oldu.
Sultan Abdülmecit‘in vefatı üzerine tahta geçen Sultan Abdülaziz tarafından da, yasakların kaldırıldığı ve dergahların yeniden kaldıkları yerden vazifeye devam ettikleri bilinmektedir.
Hatırlatmamız gerekir ki bu yasak dönemi başından başlayarak son dertli, acılı, kanlı ve ıstıraplı olaylar da olmuştur.
Bu yasakla birlikte Hacıbektaş yolunun her iki yol da kapatılmıştır. Bu olayların bir kısmı için "Hacıbektaş Veli Ve Bektaşilik" adlı kitabımıza bakılabilir. Detay çalışmak isteyenler de, "Esat Efendi, Üssü Zafer, İstanbul, 1341" adlı yazma esere de bakılalabilir.
TARİHİ SEYİR
Adına ister "Kızılbaşlık", ister "Alevilik" diyelim bildiğimiz mevcut yapı bizde doğmuş, bizde yaşamış ve yüzde yüz bize ait bir kültürdür. Mahalli adlar olan "Sıraç, Barak, Çepni, Türkmen, Tahtacı, …" gibi isimler de aynı anlamda kullanılmaya devam etmektedir.
Ahmet Yesevi’in Yesi (bugünkü adı:Türkistan) şehrinde 12. yüzyılda kurduğu Dergâh/Zaviye bu günün ifadesiyle büyük bir üniversitedeydi. Bu üniversitede sadece ders verilmez, uygulamalar yapılırdı. Bunlar içinde en önemli yeri de bu günün deyimi ile "Uluslararası Stratejik Araştırmalar ve Uygulamalar Merkezi" olarak yaptığı çalışmalardır.
Halen "Anadolu Erenleri" olarak bildiğimiz "Horasan Erenleri" olarak da tanınan Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa ve sayıları binlerle ifade edilen insanların tamamı aynı merkezde yetiştirilerek, yıkılmakta olan, en batıdaki "Türk Devleti Selçuklu"nun yıkılmasının önlenmesi ve devletin yenilenmesi; yeniden kurulması ana görevi ile Anadolu’ya gönderildiklerinde kuşku yoktur.
İşte Osmanlı devletin kuruluş macerasının en önemli sırrı da burada gizlidir.
Bu inanç ve gayretle Anadolu’ya gelen Gaziyân, Bâciyân, Dervişan, Abdalân… her kim varsa tamamı aynı inancı ve duyguyu aynı pınar gözesinden almışlardı.
Tabi ki, bu gelen binlerce dervişin bir de koordinasyonu ve yönetim sistemi vardı ve cümle Erenlerin başı kuşkusuz Hünkâr Hacı Bektaş Veli idi.
Onun tebliğleriyle başlayan, çok basit gibi görünen ve yedi yüz yıldır eskimeyen, pörsümeyen slogan halindeki tebliğleri, bütün Türk oymak, boy ve aşiretlerini bir arada
tutmayı başarmıştı.
Onun tebliğleriyle başlayan, çok basit gibi görünen ve yedi yüz yıldır eskimeyen, pörsümeyen slogan halindeki tebliğleri, bütün Türk oymak, boy ve aşiretlerini bir arada tutmayı başarmıştı.
"-Eline, diline, beline sahip ol" gibi pek çok sözün; "kibar-ı kelam"ın anlamı bugün daha çok anlaşılmıyor mu?
Bugün yaşamaya devam eden Alevilik, bu kaynak dışında, hiç bir kaynakla irtibatlandırılamaz.
Kültürün de ana kaynağının "Horasan Yolu" olduğunu anlatmaya da gerek yoktur. Ahmet Yesevi’nin "Fakirname"si, Üçüncü Halifesi Süleyman Hakim Ata’nın, "Kitab-ı Bakırgan"ı, Hacıbektaş Veli’nin "Makalat"ı birlikte incelendiğinde her "üç Eren"in aynı yolu, temel ilkelerde değişiklik yapılmadan geliştirilen aynı yol, usul ve erkân olduğu açıkça görülür.
Selçuklu’nun Moğol istilasına uğraması, şehirlerin yağmalanması, halkın perişanlığı gibi sıkıntılar, bu Horasan Erenleriyle nefes almaya başlamış, siyasi görünmeyen, sadece herkese dua eden bu dervişler görevlerini tarif edilmeyecek başarıya sürdürmüşlerdir.
Hacı Bektaş Veli’nin yerleştiği yer "Suluca Karahöyük köyü" yedi haneli bir Çepni köyüdür.
Burada başlayan Hacı Bektaş Veli tebliğleri Osmanlı eliyle üç kıtaya yayılmıştır. Bundan daha büyük başarı olabilir mi?
Hangi adla anılırsa anılsın Kızılbaş/Alevi/Bektaşi adıyla bildiklerimiz Ortaasya’dan Tanrı Dağları’ndan getirilen Türk, Türkmen kültürünü yaşamaya devam etmişlerdir. Giyim, kuşam, kullanılan araç, gereç… Hayvancılık aynen devam etmiştir. Oralardan getirdiğimiz "at ve koyun kültürü" hala devam ediyor. Gerçi gelişen motorlu vasıtalar, ulaşım araçları atın önemini azaltmışsa da at ve ata bağlı kültür, deyimler, ata sözleri ile de yaşamaya devam ediyor.
Hatırlanması gereken bir husus da yerleşik hayat ve onun gereği olarak toprakla tarımla meşgul olmamız da yaygın olarak bu topraklarda başlamış…
Yedi haneli köyde başlayan ve bütün Anadolu ve Balkanları saran "Hacı Bektaş Veli Yolu"nun 1826 yılı kapatmasından nerede ise yüz yıl sonra, bütün türdeşleriyle birlikte bir kapatılmayla karşı karşıya kaldı.
30/11/1925 tarihinde kabul edilen ve 13/12/1925 tarihinde resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren "Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun" o günün sosyal ve siyasi sebepleriyle bütün tekke, dergah ve zaviyeler kapatıldı.
PARLEMENTER DEMOKRASİ – DİN ÖĞRETİMİ
1950 yılında çok partili demokrasiye "parlementer demokrasi"ye geçtik. Parlementer demokrasinin olmazsa olmaz şiarı "eğitimli ve örgütlü toplum"du. 1950 şartlarında ülkemizde Türk toplumu ne eğitim işini halletmiş, ne de sivil toplumu kurabilmiş değildi.
II. Dünya Savaşı sırasında başlayan ve 1950 yılına kadar devam eden, rejim sırasında, "imanı koruma mücadelesi" vermek durumunda kalmış, yasaklı bütün tarikatlar, demokrasiye geçişle birlikte meydana gelen havayı kullanarak siyaset yapmaya başladılar. Böylelikle tarihimizde tarikat- siyaset işbirliği başladı.
1949 yılında açılmış olan İmam-Hatip Okulu ve Ankara Üniversitesi İlahiyat fakültesi, bazı tarikatların, "dini mihraptan bozacaklar" propagandalarının da tesiri ile şehirlilerin çocuklarını bu okullara göndermemeleri sonucunu doğurdu.
Bu bugün hala "şehirli hayatını yaşayan insanların dilini anlamayan ve onlara anlayacakları bir dil ile dini anlatamayan din adamı modeli" de bu sıkıntılı dönemin yanlış ürünü olarak piyasaya çıktı.
Kızılbaş vatandaşlar için Alevi/Alevilik deyimini sıkça kullanılmaya başlanması da bu dönemde arttı.
ALEVİLİK MEZHEP Mİ?
27 mayıs 1960’da yapılmış darbe sonrasında, özellikle merhum Ömer Nasuhi Bilmen‘in Diyanet İşleri Başkanlığı döneminde, Alevi aydınlar, "Aleviliğin Mezhep" olarak tanınmasını istemişlerdi.
Diyanet, bunu tarihi ve kültürel geçmişimize uygun olmadığı gerekçesiyle kabul etmemişti.
Özellikle Demokrat Parti döneminde başlayan ve ihtilal sonrası iktidarların ilgisizliği ve aydınların din, mezhep, tarikat konusunda yeterli bilgi sahibi olmayışı yüzünden Alevilik, Sünniliğin karşıtı gibi kullanıldı.
Bu yanlış kullanım 1980 darbesi sonrasında daha güçlenmiş, son on yılda da Alevi Çalıştayları sonrasında iyice pekiştirilmiştir.
Alevi vatandaşlarımızın abdest alma, namaz, cenaze namazı, nikah ve nikah duaları gibi, inanç ve ibadetle ilgili bütün kabulleri ve uygulamaları ile Özbekistan’ın Tirmiz Şehrinin Kâbil kasabası‘ndan, tüccar olarak faaliyetini yürütmek üzere Halife Hz. Ali’nin başşehri olan Kûfe‘ye Müslüman Türk olarak gelen Zota veya Zevta‘nın torunu, Sabit oğlu Numan, diğer adı ile "İmam-ı Azam Ebu Hanife fıkhı"na ve yine Özbekistan en önemli şehirlerinden Semerkant‘ın Maturid Kasabasından (halen şehrin merkez mahallesi) "İmam Muhammed Maturidi inancı"nı taşıdıklarını göstermektedir.
Bununla şunu anlatmak istiyoruz: Alevilik dün mezhep değildi, bu gün de mezhep değildir. Bunun doğru olarak bilinmesi lazımdır.
Yanlış tekrarlana tekrarlana doğru gibi algılanmaya başlamıştır.
Aleviliği mezhep olarak siyaset adamlarımız başta olarak aydınların da "Alevi Mezhebi" terimini bırakmaları gerekiyor.
ALEVİLERE GÖRE ALEVİLİK
Bu anlayışın halen yaşadığını da anlamak için sadece Şah İsmail Hatai, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal değil, geçen yüzyılın en büyük Alevi âşıklarından Aşık Veysel, Davut Suları dahil bütün aşık deyişlerinde de bu yolun Hacı Bektaş Veli tarafından kurulan bir tarikat olduğu görülür.
"Posta oturan" ve "yolu – erkanı yürüten Dede’ye" hizmet sırasında, "şu anda ne yapıyorsunuz", diye sorulduğunda, tereddütsüz bir şekilde,
"- Tarikat yürütüyorum" cevabı alınacaktır.
İşin gerçek olan kısmı da Dede’nin "tarikat’ın yürütme görevlisi" olduğudur.
Alevi cemleri ve sohbetlerinde en çok nefes ve deyişleri okunan Yunus Emre, Şah İsmail Hatai ve Pir Sultan Abdal’ın tarikata işaret eden şiirlerinden çok kısa örnekler olarak alıyoruz:
“Şeriat, Tarikat yoldur varana
Hakikat, Marifet andan içeru”
Yunus Emre
Diyerek “4 Kapı” olarak anılan “Yolu” anlatır ve
Evvel kapu şeriat, geçse andan tarikat
Gönül evi marifet, ışk hakikat içinde
Şeriat şîrîn olur, işidene hoş gelur
Ne kim dilerse kılur ol şeriat içinde
Tarikat can yoldaşı, cân ile olur işi;
Tarikata giren kişi dün – gün ibret içinde
Marifet gönül ile dün ü gün zârıyıla
Söylesem gelmez dile sırrı sıfat içinde.
Hakikat ışkdur ıyan görsün ol şebih beyan,
Hakikat donın giyen ağır hil’at içinde.
Herkim şeriat bile hem okuya hem kıla,
Ol gerek kim er ola dün-gün taat içinde.
Ger taat kılmazısa üstâda varmazısa,
Şer’iden olmazısa, adı lanet içinde.
Bu dört menzildir utan ledün makamın tutan
Ol dört menzile yeten tamam murad içinde
Yunus Emre