Büyük Selçuklu Devletini Haşaşin Tarikatı yıktı. Anadolu Selçuklu Devletini Tarikatlar marifetiyle 18 parçaya böldüler. Osmanlı Devletini tarikatlar marifetiyle nasıl yıktılar? Türkiye Cumhuriyeti devletini tarikat marifetiyle nasıl yıkıyorlar? Dönme, devşirmeler ulema oldu. Tarikatları nasıl ele geçirdi? Sözü Ramazan Kaan Kurt’a bırakıyoruz.
OSMANLI TÜRKİYE’Sİ ENDERUN SİYASASI İLE SİVİL-ASKER PAŞALAR BÜROKRASİSİ VE ULEMA EKABİRLERİNDEN OLUŞAN "DEVLET" ELİYLE YIKILDI.
"Osmanlı’nın insan ‘çoban köpekleri’ kamu hizmetleri için eğitmek üzere devşirdikleri Hıristiyan tebaanın çocuklarıydı… Devşirilen öğrencilerin en az zeki olanları saray bahçıvanı yahut denizci yapılıyor, bunların bir üst zekâ seviyesindekiler yeniçeri, daha yüksek seviyedekiler tımarlı sipahi oluyor, en zeki olanlar ise imparatorluğun idari kademelerinde görev almak üzere ayrılıyor ve sonunda vilayetlere vali yahut padişahın divanına üye, ya da divan başkanı, yani sadrazam olabiliyorlardı… Bu rejimin paradoksu şuydu: Kanuni olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun birinci sınıf vatandaşı olan hür Sünni Müslüman Türkler Hıristiyanlıktan dönmüş ve ömür boyu köle olan idarecilerin emri altına giriyordu… Bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün başlangıcıydı… Göçebelerin karakteristik değerleri olan tahammül gücü, disiplin ve birlik ruhu, 1919-1922 yıllarında Türk halkının kurtuluşu oldu. Türkler, tarihlerinin pek büyük bunalımlarından birinde yine bir büyük lider buldular ve onun çağrısına koştular."
Endülüs İslam devleti (711-1492) 781 yıl sonra Batı Avrupa’nın Vatikan patentli "REKONKİSTA", Osmanlı Türk İmparatorluğu da "ŞARK MESELESİ" ile feci bir şekilde tarih sahnesinden silinmiştir. Gerek Endülüs İslam devleti, gerekse Osmanlı İmparatorluğu, devlet yöneticilerinin içerideki ihanetleri ve gafletleri ile yıkılmıştır. Batı her iki yıkım projesinde DİN-FELSEFE-SİYASET-EKONOMİ temelinde dini cemaat/ Batıni İslamcı tarikatlar ve din kisvesi altında etnik unsurları ve/veya cemaatleri birbirine düşürerek hedefine ulaşmıştır. Rekonkista ve şark meselesi Cumhuriyet Türkiye’sine Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adı altında aynı muhteva ile uygulanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti devleti, devletin mekanizmasını elinde bulunduran bir kısım sivil-asker siyasetçi, bürokrat ve iş dünyası mensubu kullanılarak feci bir sona doğru sürükleniyor. "?? Açılımı" veya "demokratik açılım" adı ne olursa olsun Osmanlı Türkiye’sinin yıkımında kullanılan "Hürriyet" Cumhuriyet Türkiye’sinde "demokrasi" olarak tezahür ettirilmiş bulunuyor.
Osmanlı Türkiye’sinde hem yöneten hem de yönetilen açısından hayata mana ve nizam veren üç ana omurga vardı: a) Padişah ve saltanat ailesi b) Enderun mektebi merkezli siyaset ve sivil-asker bürokrasi c) ulema, yani medrese eğitimli âlim-hukukçular. Siyasi ve askeri gücü oluşturan gulam/köle devşirme Enderunlular ile 1517’de Yavuz’un Mısır’daki Memluk-Türk devletini yıkarak oradan getirdiği 2000 dolayındaki Arap ve dönme Eşari İslam uleması ve onların çocukları zaman içinde padişahlara/saltanat ailesine daha açıkçası Müslüman Türk tebaaya karşı işbirliği içinde hareket etti. Şeyhülislamlar aynı konuda birbirine yüz seksen derece zıt fetvalar vermekten çekinmediler. Enderun-ulema işbirliği önce padişahların güç ve otoritesini sarstı. Arkasından Celali isyanlarına sebep olan Müslüman Türklere yönelik iltizam-mültezim sistemi yani "özelleştirilmiş gelir idaresi" vergi/ iktisadi zulmü ile Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucu unsuru Müslüman Türkler "barışta reçber, savaşta asker" "şamar oğlanı" durumuna getirildi. 16. yüzyılın başından itibaren zulüm vergisine dönüşen Aşar vergisi, Müslüman Türk çiftçi-köylüsünün üzerinden 7 Şubat 1925’te Atatürk tarafından kaldırıldı.
Arnold Toynbee’nin "Kuzey Müslümanlığı" diye tanımladığı Semerkant-Buhara-İstanbul eksenindeki Hanefi ameli-Maturidi itikadındaki Türk-Müslüman ulemanın Osmanlı devlet mekanizmasından ve medreselerden 1517’den itibaren hızla tasfiye edilmesi, yerlerini alan Arap/devşirme/dönme ulemanın Enderun siyasası ve bürokrasisi ile şaibeli servet ve makamlar üzerinden işbirliğine yönelmeleri Osmanlı Türkiye’sini yıkan dâhildeki en temel unsurdur. Nitekim 1703-1839 döneminde Şeyhülislamlık makamına geçen 58 kişiden 29’u sadece 11 aileden çıkmıştı. Bu ailelerin en önemlilerinde biri de Atatürk liderliğindeki Türk kurtuluş savaşı komutanlarına ölüm fetvası veren Dürrizade ailesidir. Dürrizade Mustafa’nın (Ö.1775) oğlu Mehmet Ataullah’a dedesi Şeyhülislam Dürri Mehmet (Ö.1736) tarafından ALTI yaşında müderrislik icazeti verilmişti. Ha keza Ataullah’ın kardeşi Dürrizade Nurullah Mehmet’e de 11 yaşında müderrislik verilmişti. Zilfi’ye göre, 18.yüzyıldan itibaren saraydaki seküler seçkinlerin (Enderunlular) çocukları veya himayeleri altındakiler şeyhülislam ve ulema olmuşlardır.
Bugün Cumhuriyet Türkiye’si de benzer bir "yabancılaşmış" aydın, siyasetçi, işadamı, tarikat şeyhleri ve dini cemaat şeyhlerinin "siyasal laik" "siyasal İslamcı" ama "etnik takıntılı" işbirliği ile "?? açılımı"nda "daha çok demokrasi" çığırtkanlığı kılıfıyla pupa yelken yol alıyor.
Endülüs İslam devletinin ipini Emir Abdullah Gırnata-Badol tepesinde "Allahuekber" nidalarıyla çekmişti. Portekiz-İspanya Kraliçesi Korkunç İsabella’dan Müslümanlar için "himmet" dilemişti. Ama yüz binlerce Müslüman kadının ırzına geçildi, yüz binlercesi katledildi.
MHP lideri Sayın Devlet Bahçeli’nin dile getirdiği gibi Osmanlı Türkiye’sinin ipini çeken Mondros Mütarekesi’ni imzalayanlar, fetva verenler devlet mekanizmasındaki aşağılık siyasetçi ve bürokratlar ile ulemalardandı. 30 Ekim 1918 Mondros Antlaşması’nı imza edenler akılları sıra Osmanlı Türkiye’sini kurtaracak "açılım" yapmışlardı. Sonrasında İstanbul’dan başlayarak Anadolu Türk yurdu Avrupalı emperyalistler tarafından işgal edildi.
Osmanlı Türkiye’sinde bugün olduğu gibi "laik liberaller" ile "siyasal İslamcılar" işbirliği içinde hareket etmişlerdi. "Bu laik ve İslamcı örgüt üyeleri, Avrupa’da bulundukları yıllarda örgütün tüzük tasarısını Polonya göçmeni Kont Vladislav Plater ile Avusturyalı Simon Doyç’la beraber hazırlamakta sakınca görmemişlerdir. Kaydedelim ki bu Simon Doyç, Birinci Enternasyonal’in ve Paris Komünü’nün üyesidir.
Osmanlı Türkiye’sine hizmet aşkıyla harekete geçtikleri halde, dâhili ve harici siyasi ve iktisadi cuntaların elinde oyuncak olup, vatana onulmaz zararlar verdikleri gibi; kendilerini de ele âleme rezil rüsvay eden aydın takımına YENİ OSMANLILAR diyoruz.
1850’lerden itibaren Osmanlı Türkiye’sinin mukadderatına hükmeden Tanzimat aristokrasisi diyebileceğimiz kesime tepkinin ifadesi olan Yeni Osmanlıların programı, mutlakıyet rejiminin yerine meşrutiyet rejiminin getirilmesiyle Osmanlı Türkiye’sinin bütün dertlerinden kurtulacağını öngörmekteydi.
Yeni Osmanlılar bünyelerine Türk-Müslüman olmayan bazı azınlık mensubu zenginleri de katmışlardı. Fransa’da yeniden düzenlenen cemiyetin programında Hıristiyan Osmanlı uyrukluların durumunun ıslahına çalışmak adeta temel prensip haline gelmişti. Böylelikle Yeni Osmanlılar belki de kendilerini destekleyen zengin Osmanlı Türkiye’si azınlıklarına diyet borçlarını ödüyorlardı. Bu şarlar altında Yeni Osmanlıların programı Osmanlı ticaret burjuvazisinin ideolojisine uygun düşen bir program haline geliyordu denilebilir. İlber Ortaylı’nın "Modern bir İslamcı" dediği Namık Kemal bile "Türk olmayan unsurlar hükümete alınacağı için yakınma hakları olmayacaktır, diyordu.
Mithat Paşa da aynı kanıdaydı. Meşrutiyetin ilanıyla din ve milliyet farkları sebebiyle meydana gelen çatışmalar ve ayrılma talep ve arzuları ortadan kalkacak, herkes huzur içinde yaşayacak, böylece Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğü de korunmuş olacaktı. Mithat Paşa, Türk olmayan halkların salt vatan birliği ve ortak vatanseverlik duygularıyla bir arada yaşayabileceklerine inanıyordu.
Gerçekte bu fikir, Nazım Hikmet’in dedelerinden Konstantin Borzekçki’ye aitti. Osmanlı Türkiye’sine sığındıktan sonra "Müslümanlığa dönen" ve adını Mustafa Celalettin olarak değiştiren, bilahare paşa unvanı verilen bu zatı muhtereme göre, bir mebuslar meclisi kurulmalıydı. Bu mecliste Hıristiyanlar 101, Müslümanlar 100 milletvekiliyle temsil edilmeliydi. Bulgarlar ve Ermeniler 25’er, Yunanlılar 14 milletvekilliliğine sahip olmalı ve geri kalan 37 milletvekilliliği de diğer Osmanlı azınlıkları tarafından paylaşılmalıydı.
İşte Osmanlı Türkiye’sinin siyasi mekanizmasına hükmeden Mithat Paşa, azınlık ayaklanmalarını teşkilatlandıran Hıristiyan topluluklarının ruhani reislerine neredeyse hükümdar yetkilerini bahşetmek kararındaydı.
Mithat Paşa, İngiliz elçisi Sir Henri Eliot’u ziyarete gider. Mithat Paşa’nın "Padişahlık makamı hakkında ne düşünüyorsunuz?" sorusuna İngiliz elçisi: "Bu makama ait yetkilerin daraltılması lazımdır, padişahın kuvvet ve kudreti tahdit edilmelidir" der. Ve İngiliz elçisi şöyle devam eder: "Meclisi Mebusan’ın teşkili zımmındaki tasavvurun kemali muvaffakiyetle kuvveden fiile ihracı için İngiltere devletinin muavenetinin ne kadar kıymettar olacağını tekrar ve tekrar beyan eyledi."
Bugün Cumhuriyet Türkiye’sinde "siyasal laisizm" ve "siyasal İslamcı" aydın, siyasetçi, işadamı ve gazeteci nasıl oluyor da aynı "tarafta" buluşuyor diye hayret eden dostlarımızın cahilliği hakikaten Türkiye’nin trajedisidir. Hâlbuki bunlar dün de önce "kavga eder" gibi yaptılar sonra elbirliği ile koskoca Osmanlı Türk İmparatorluğu’nu içerideki hainler ve Avrupalılarla işbirliği yaparak yıktılar.
1876’da İstanbul’da yayınlanan 47 gazetenin ancak yedisi Türkçe idi. Dokuz Rumca, Dokuz Ermenice, Yedi Fransızca, Üç Bulgarca, İki İngilizce, İki İbranice, bir de Arapça yayın yapan gazete vardı. Bugün yazılı, sözlü ve görsel basının durumunu arif olana tarife gerek var mı?
Cumhuriyet Türkiye’sinde 10 Kasım 1938’den beri Yeni Osmanlıcılık hareketi adım adım "laik" ve "siyasal İslamcı" (siyasal İslam Kur’an ve sevgili Peygamberimizin hadislerindeki Müslümanlık olmayıp, Batı’nın emrindeki bir siyasal ideolojidir. Esas olarak Selefi/Eşari/Vahabi/Müslüman Kardeşler ekolünden beslenir) kulvarda Batı’nın politik mahvillerince tez-antitez olarak desteklenmiş olup, pek çok hususta olduğu gibi "?? açılımı"nda da her ikisi birlikte hareket etmektedirler. Aynı kulvardaki isimleri, "laik" ve "İslamcı" basını tek tek zikretmemize gerek var mı?
Bugün "milli görüş" içinden gelen ve Yeni Osmanlıcılığın her iki aşamasını da bilen kadrolar iktidarda.
"İslamcıların" Kürtlerle dansı: Görmezden gelme dönemi, hepimiz din kardeşiyiz dönemi, ümmet bilinci dönemi, ??çü çıkış dönemi, töhmet altındayız dönemi ve liberal çıkış dönemi." Milli görüşün "Yeni Osmanlıcılığı" Özal’ınkinden çok daha İslami bir duruştu ve çok kültürlülük adına çok hukukluluk tartışmalarını da popüler kılıyordu. Fakat ?? meselesi özelinde milli görüşün tutarlı bir görüşü olduğunu iddia etmek de zordu. Geleneğin bölgedeki nüfuzu ve güncel siyasi işlerin yürütülmesi ile yetindi. AKP’nin kurulması ile ise dengeler aniden değişti… Milli görüş içinden gelen ve Yeni Osmanlıcılığın her iki aşamasını da bilen kadrolar şimdi iktidarda. AKP’nin genel siyasetine (özellikle de dış politika manevralarına) bakınca politik referanslar açısından Yeni Osmanlıcı yönelimlerin baskın olduğu da aşikar… Görünen o ki AKP, milli görüşün Yeni Osmanlıcılığından ziyade Özal’ınkine yakın AKP, ?? meselesine de benzer bir zaviyeden bakıyor. Ancak konjoktürel gelişmelerinde etkisi ile daha aktif."
Ancak milli görüşün "klasik kanadı"nı temsil eden SP Genel Başkanı Numan Kurtulmuş" Asker dursun PKK koşulsuz silah bıraksın" sözleri ile AKP’den pek de farklı olmadığını ortaya koyuyor.
Türkiye Cumhuriyeti dönüştürülürken tıpkı atası Osmanlı Türkiye’si "açılırken" yapılanlar, kullanılan prototipler revaçta, soyguncu ticaret ve finans sermayesi, el parasıyla siyaset yapan sivil toplum örgütleri, basın, mübarek dinimiz İslam’ı kullanan bir kısım tarikatlar ile masonik ve dini cemaatler içindeki ajanlar, Attila İlhan’ın "yüzde 10 hain kontenjanı"nı oluşturan devşirilmişler tıpkı, Osmanlı Türkiye’sinin son günlerindeki "Hürriyet ve İtilaf Fırkası", "Teali İslam Cemiyet" ve İngiliz "Muhipler Cemiyeti" gibi…
Bir de günümüzde de temsilcilerini hepimizin bildiği, askerlerden kurulu "Nigehban Cemiyeti Askeriyesi" vardı. Bu cemiyet emekli askerlerden kurulu idi. Görevi Türk İstiklal Harbi’ni başarısız kılmak için istihbarat toplamak ve isyanlar tezgâhlamaktı. Bunlar Muhipler Cemiyeti’nden aldıkları İngiliz altınları ile safa süren "paşalar"dı.
Nigehban Cemiyeti Askeriyesi topladığı istihbaratı İngiliz Muhipler Cemiyeti’ne ulaştırmaktaydı. Burada Sait Molla ve Rahip Robert Flew "emekli paşalar"dan gelen istihbaratları değerlendiriyorlardı. Sahi daha 1 Mart tezkeresi TBMM’den geçmeden ABD askerlerini Türkiye’de konuşlandırılanlar, sivil-asker kimlerdi?
Süleymaniye’de Türk subaylarının başına çuval geçirilmesini "Yarabbi şükür" niyetine hazmeden sivil-asker devletlülerimiz kimlerdi?
Bakınız "sahibinin sesi" Osmanlı Türkiye’sinin son günlerinde neler zırvalamış:"İngilizleri bekliyoruz. Türkler kendi güçleriyle adam olmaz. İngilizler elimizden tutarak bizi kurtaracak. İngiliz mandası için İstanbul’da 24 saat içinde 40 bin imza toplandı."
Bir başkası Ali Kemal şöyle yazmaktadır: "Milli hareketin foyası çıktı. Bize teselli veren Anadolu halkının bunlara (Mustafa Kemal ve arkadaşları) arka çıkmamasıdır."( 13 Eylül 1919) İdam, idam, idam; Mustafa Kemal cezasını bulacak. (25 Nisan 1920) Geleceğimizi İngilizlere bağlamamız gerekir. Kuvayı Milliye buna engel olarak millete büyük bir kötülük yapmakta"… Bugünkü işbirlikçi gazetecileri "12 kötü adamı", profesör unvanlı "makak"ları saymaya gerek var mı?
İşgal yıllarının en "başarılı işbirlikçilerinden" biri de Manisa Mutasarrıfı (vali) Hüsnü Efendi’dir. Yunanlıların Girit’ten kovdukları Yahudi dönmesi Müslüman Nakşibendî-Halidi tarikatı mensubu Hüsnü Efendi Osmanlı merkezi hükümetini elinde bulunduran Enderun siyasası ve İstanbul’daki ulema ekabirleri tarafından baş tacı edilip Manisa valisi yapılmıştı. İşte bu şerefsiz adam Yunan işgal kuvvetlerini Manisa’ya girişinde törenle karşılamıştır. Üç sene süren Yunan işgali süresince işgalcilere her türlü hizmeti sunmuştur. Devlet memurluğu hizmetinde ne kadar Türk memur varsa hepsini görevinden atmış, yerlerine işgalcilerden onaylı gayrı Türk kişileri atamıştır. Üç yıl sonra Mustafa Kemal Atatürk komutasındaki Türk ordusu karşısında Yunan palikaryalarının geri çekilmeye başlaması üzerine önlerine fırlayarak Manisa’yı terk etmemeleri için yalvaran da Hüsnüyadis’tir.
Oysa işgalci Yunan askerleri bir gün içinde 3500 Türk’ü çocuk, kadın demeden diri diri yakmış 1500 kişiyi de kurşunlayarak katletmişlerdir.
Nihayetinde Hüsnü Efendi Yunan işgal kuvvetleri ile birlikte Yunanistan’a kaçmış, adını da Hüsnüyadis’e çevirerek dinini de değiştirmiş ve Ortodoks Hıristiyan olmuştur. Yunan Milli Bankası’ndan maaş alan, Yunan istihbaratı adına çalışan Hüsnüyadis ölünce kilisenin bahçesine gömülmüştür. Mezar taşında da "Palio Türk", yani "serseri Türk" yazmaktadır. Menemen’de sözüm ona İslami şeriat adına isyan edenlerin elebaşı Derviş Mehmet, onun amcasının oğludur.
Başta Atatürk hakkında, 24 Mayıs 1920 tarihli idam fermanı olmak üzere milli mücadelenin kahramanları hakkında Avrupalı işgalcilerin isteği doğrultusunda idam fermanları düzenleyenler Padişah Vahdettin ile devşirme Sadrazam ve Harbiye Nazırı Vekili Damat Ferit’tir.
Müslüman Türk evladı emperyalizme karşı bir ölüm kalım mücadelesi verirken Adana’da yayımlanan Ferda gazetesinde şöyle denilmektedir: "Anadolu, Mustafa Kemal zorbasıyla mücadele ediyor."
"Milliyetçilik, çetecilik, soygunculuk ve yağmacılık demektir. Onların gayesi, milleti soymak, aç bırakmak ve tamamen öldürmektir."
Bugün de Türk milliyetçilerini cahil, tutarsız, bilgisiz, çeteci, ırkçı olarak tanıtanlar kimlerdir? Bugün de ortalıkta bol bol örnekleri dolaşan siyaset, üniversite, basın ve iş dünyasının köşe başlarında el parasıyla iyice semirmişlerin o günlerdeki "hemcinslerinden" Rıza Tevfik Darülfünun’da (İstanbul Üniversitesi) 30 Mart 1922 tarihinde verdiği bir konferansta aynen şunları söylemişti: "Fuzuli Türk değil, Acem’dir. Türk’ün yüzyıllar boyu bileğinde salladığı kılıcından başka ne var? Hala İstanbul’da oturabiliyorsanız bunu büyük devletlerin İslam âlemine karşı hürmetine borçlusunuz." İşte bu adam daha sonra işgalci güçlerin tavassutu ile Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) oldu. Dahası Paris Konferansı’na Osmanlı devletini temsil eden heyette yer aldı. Görüşmeler esnasında öne sürülen şartları çok ağır bulan, padişaha ve Bakanlar Kurulu’na danışma kararı alan heyetin diğer üyelerine çok fena kızan filozof müsveddesi Rıza Tevfik anasının bir odalık, babasının da devşirme olduğunu söyleyerek şöyle der: "İngilizlerden çok şey öğrendim. Fransız medeniyetine tutkunum. Bende fikir ve his itibariyle beğenilecek ne varsa sizindir. Bende fena olan her şeyin kaynağı benim."
Rıza Tevfik’in durumunu ve o günleri değerlendiren Hüseyin Cahit Yalçın şunları yazmış: "Şaşılan şeydir ki o dönemde bu Türk yurdunda her unsur kendi varlığını avaz avaz söyleyip kendi soyunun arkasından birtakım "necip" (soylu, temiz) sıfatını yapıştırmak hakkına sahipti. Yalnız bu ülkede Türklerin ses çıkarmaya hakkı yoktu."
Bakın bir başkası, Cenap Şahabettin ne diyor: "Türkler bilim ve medeniyet alanında hiçbir şey yapmamışlardır. Hiçbir eser vücuda getirmemişlerdir. Ne bir mezhep, ne bir felsefe, ne bir sanat yaratmamışlardır. İslamiyet’te yetmiş iki tarikat vardır, bunlardan hiçbiri bir Türk tarafından kurulmamıştır. Tefsircilerimiz birtakım naslar etrafına ekler yapmakla yetinmişlerdir.
Bunların eserleri tamamıyla skolastiktir. Bu edebiyat dört yüzyıl durmadan Arap ve Acem kaldı, sonra birdenbire batılılaştı. Daha doğrusu Fransızlaştı."
Yukarıdaki satırlarda cahilliğin ötesinde aşağılık duygusunun derin izlerini görmek ne acıdır. Bugün de benzer tipolojiler ile karşı karşıyayız.
Dün de bugün de Batı’nın yargını benimseme hallerinin, Türk milletinin sırtından hançerlenmesinde en önemli etken olduğu görülüyor.
İş öyle bir noktaya geldi ki eski bir genelkurmay başkanı Türkiye’nin adını tartışmaya açıyor.
Açıkçası DÜN BUGÜNDÜR. Yaşadıklarımız, mübarek dinimiz İslam üzerinden, iktisadi işgal üzerinden psikolojik harp metotları ve propaganda süreci ile Türkiye’nin Endülüsleştirilmesi ve Osmanlı Türkiye’sinin son yıllarına benzeşmesinin sağlanmasıdır.
"?? açılımı" iki temel unsur üzerinden yürütülüyor. Karşı çıkanları, yani Devlet Bahçeli ve MHP’yi statükocu ve demokrasiye karşı gibi gösteren PR çalışmalarıyla köşeye sıkıştırmak.
Kendilerini de "kanı durduran, insanlık ve demokrasi yanlısı" göstermek. Nasıl Osmanlı Türkiye’si "hürriyet ve dertlere çözüm" gibi insani söylemlerle çözüldü ise, Cumhuriyet Türkiye’si de "demokrasi ve dertlere çözüm" kelimelerinin gücünden faydalanılarak yıkım yönüne dönüştürülmek isteniyor.
Yoğun propaganda ve ajitasyon süreci daha yeni başladı. Ancak MHP lideri Sayın Bahçeli Hakkâri’den Edirne’ye, Trabzon’dan Antalya’ya Rahmetli Attila İlhan’ın "Türkiye’nin % 10 hain kontenjanı" diye tanımladıklarının dışında kalan % 90 için konuşuyor ve kabul görüyor.
Önce ekonomik kriz ve işsizlik, şimdi de "?? açılımı"… AKP sandıkta gidici ve sandık Türk milletinin önüne 2011’den önce gelecek.
"Muhterem milletime tavsiye ederim ki, sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanlarında ve vicdanlarındaki asli cevheri tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin."
Ortadoğu Gazetesi
ULUS DEVLETİN TASFİ?İ İÇİN TÜRKİYE’DE ETNİK SİYASET MESİH VE MEHDİ FENOMENİ
Muhtelif kültürlerde ve pagan dinlerde bir kurtarıcı misyonu hep olagelmiştir.
M.Ö. 586’da Babil Kralı Nabukadnazar’ın Kudüs’teki Yahudi kutsal merkezi Süleyman Tapınağı’nı yıkıp, yok etmesi ve Yahudilerin önde gelenlerini Babil’e sürgün göndermesi… 70 yıllık sürgün dönemimde Kabala büyücüsü Ezra’nın yazdığı Tevrat ile birlikte Mesih kavramı Yahudiliğin içine iyice yerleşmiştir.
Mesih beklentisi Hz. İsa’nın ortadan kaybolmasından çok sonraları Tarsuslu Kabalacı Yahudi Pavlus tarafından Hıristiyanlığa monte edilmiştir.
Esasen bugünkü Hıristiyanlığın ve kilisenin kurucusu da Hz. İsa değil Roma vatandaşı Tarsuslu Pavlus’tur.
Tıpkı bugünkü Yahudiliğin kurucusu ve Tevrat’ın yazıcısının Hz. Musa değil de Babil sürgünü Kabalist kâhin Ezra olduğu gibi.
Mesih, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan sonra "kayıp 12. imam", yani ahir zamanda ortaya çıkıp İslam âlemini ve insanlığı kurtaracak Mehdi olarak Şii İslam’a girmiştir.
Daha açık ifadeyle, Şia’daki Mehdi inancı 12 İsrail kabilesi -12 havari- 12 imam" formuyla doğrudan Yahudi ve Hıristiyanlıktaki "kurtarıcı" modeline uygun olarak İslam’ın içine sokulmuştur. Şiilere göre 874’de gizlendiğine inanılan 12. İmam Mehdi’dir. Bu durum Judeo-İslam şeklinde veya İslam’a sokulan İsrailiyat hurafeleri şeklinde tanımlanmaktadır.
Avni İlhan’ın "Mehdilik" adlı kitabında yazdığına göre; Sünni İslam’da Mehdi’yi bir inanç esası olarak kabul edenler de reddedenler de vardır.
Hadisenin dayandırıldığı kaynaklardan biri Endülüslü, sosyoloji ilminin babası sayılan "Mukaddime"nin yazarı İbni Haldun’un adı geçen eserindeki bir bölümdür. Diğeri ise çoğu İslam âliminin sahih (gerçek) olmadığı kanaatini taşıdığı birkaç hadis".
Kur’an’da "Mehdi" kelimesine rastlanmaz. Mehdi’nin mevcut olduğu veya geleceğine dair hiçbir ayet yer almaz.
"Mehdi’yi bekleme inancı Sünni Müslüman topluluklar arasında da Şiilerin anladığı tarzda yaygın olmuştur. Halbuki bu onların anladığı tarzdaki İslam’ın dinamizmi ile bağdaşmayan bir husustur.." (Avni İlhan, Mehdicilik, s.147)
Şii İslam’daki Mehdi beklentisi ile Evanjelist Hıristiyanların Mesih beklentisinin hemen hemen birebir örtüştüğüne dair detaylı bilgileri, R. Kağan Kurt, "Evanjelizm-Dünya İmparatorluğu ve Türkiye" adlı eserimizde bulabilirsiniz.
Mehdi inancının ana fikri "dönüş"tür. Ve dönüş inancı Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki Mesih ile örtüşmektedir.
Ayrıca bir hususun daha altını çizelim. Mesih veya Mehdi’nin "son savaş"ta yeneceği "Deccal" Kur’an’da yer almaz. İncil’in Vahiy kitabının 13. Bölümünde yer alır ve açık açık tarif edilir. Deccal’ı temsil eden sayı da 666’dır. Ancak mevcut İncillerin hiçbiri vahiy kitabı değildir.
Günümüz Türkiyesi’nde iki tarihi hadise hala etkisini, şu veya bu şekilde hem toplumsal, hem dini, hem de siyasi olarak sürdürüyor.
Birincisi, 1492’de İspanya’dan göç eden ve önce Mora’ya sonra İzmir’e yerleşen bir Yahudi ailenin mensubu Sabatay Sevi’nin (Haham Mordohay) İzmir’de kendisini, beklenen Yahudi Mesihi ilan etmesi. Sabatay Sevi, ilk Mesihlik vaazlarını İzmir’in Agora semtindeki Portugal ve Galata sinagoglarında vermeye başladı. Bu sinagoglar eski TÜSİAD Başkanı ve Anadolu Endüstri Holding A.Ş’nin sahibi Tuncay Özilhan ve İzmir’in ölen CHP’li Belediye Başkanı Ahmet Piriştina tarafından 1999-2000 yıllarında restore ettirildi.
Sabatay Sevi, Yahudi inancı gereği "ahir zaman"da gelecek ve arz-ı mevudda "Büyük İsrail Krallığı"nı kuracak Mesih’di.
Abraham Galante’ye göre, en büyük Tevrat yorumcusu kabul edilen Moşe ben Maymonides (Endülüslü İbn Meymun) normal seyrine devam eden dünya ile "Mesihi Çağ" arasında bir fark bulunduğunu ve bu farkı da İsrail’in kendi devletini kurmasının oluşturduğunu belirtmektedir.
Evanjelist Hıristiyan kaynaklarının hemen hemen tamamında "İsa Mesih’in dönüşü" ile İsrail devletinin kuruluşu arasında tam bir bağ kuruluyor. Öyle ki İsrail’in kuruluşunun 70. Yılı olan 2018 yılı "Mesih’in dönüşü" açısından kritik bir yıl.
İzmirli Sabatay Sevi Kabala’ya göre hesaplamalar yapmıştı. Mesihlik çağı gelmişti. Yahudilere göre Zohar’da işaret edilen Mesihi yıl 1648, Hıristiyanlara göre ise 1666 idi. Yahudilerin bir kısmı da 1666 yılına oldukça inanmışlardı. (Encyclopedia Britannica, XIX /851; The Jewish Encyclopedia XI /219)
Sabatay Sevi’nin yaptığı Kabalist hesaplar Tevrat’taki bazı sözlerin numeroloji – Matematik (ebced) hesaplara göre yorumlanmasaydı ve 1648 tarihi elde ediliyordu. Sabatay 22 yaşında iken 1648’de ilk kez kendini Mesih ilan etti. Ancak bu Yahudi geleneğine dayalı Mesihlik iddiası tepki gördü ve istediği sonucu elde edemedi. Bunun üzerine Sabatay Sevi İstanbul, Selanik, Kahire, Atina, Mora, Kudüs (1663) başta olmak üzere pek çok yeri dolaşıyor. Kahire’de tanıştığı Sara ile dördüncü kez evleniyor. Gazze’de zengin bir Yahudi genç Nathan’ın eline tutuşturduğu bir belge ile Mesihliğe olan hevesi iyice artıyor. Kudüs’te Mesih olduğunu saklamıyor ve Hıristiyanların beklentisine uygun olarak Ocak 1666’da Mesih olduğunu ilan ediyor.
16 Eylül 1666’da, kafes arkasından Padişah IV. Mehmet’in de takip ettiği Edirne’deki Divan’a çıkarılıyor. Sabatay Sevi iyi Türkçe bilmediği için tercümanlığını "Yahudi Dönmesi" saray doktoru Hayatizade Mustafa Fevzi Efendi (Moche Ben Raphael Abravanel) yapıyor.
Hayatizade, 1665’li yıllarda Macaristan’da, 1670’lerde Erzurum valiliği yaptı. Yahudi dönmesi Hayatizade’nin torunu Mehmet Efendi, Osmanlı Türkiye’sinde şeyhülislamlığa getirilen biridir.
Hayatizade Sabatay Sevi’ye mucizeler gösteremediği taktirde Müslüman olarak kellesini kurtarmasını İspanyol İbranicesiyle tavsiye ediyor. Mucize gösteremeyen sahte Mesih başka kurtuluş yolu kalmadığını görünce 16 Eylül 1666’da "Şehadet Kelimesini geveleyerek" MÜSLÜMAN olduğunu söylüyor. (İ. Alâeddin Gövsa, Sabatay Sevi, s. 47)
Ancak Sabatay Sevi görünürde Müslüman, gizli Yahudi olarak faaliyetlerine devam ediyor. Böylelikle Endülüs’te meydana çıkanın bir benzeri "DÖNME MEZHEBİ" Türk topraklarında kendine yer ediniyor. Adına da "Dönmeler", Avdetiler veya son yıllarda kullanıldığı şekliyle "Sabatayizm" denilen bu hadise Türk tarihinde bir kırılmaya dönüşüyor. Türk devlet mekanizmasında, Türk ekonomisinde, siyasette, medya, reklamcılık, sinema ve müzik sektörlerinde, Hariciye kadrolarında hala ciddi ağırlıklarının olduğu biliniyor.
Sabatayistlerle ilgili olarak sorulan soruların en başında geleni "bunların sayısı kaç kişi" şeklindedir. Benim muhtelif yaşayan kaynaklardan ve kendisinin Sabatayist olduğunu gizlemeyenlerden aldığım rakamların "ortalaması" 25 bin civarında. Ancak bu rakama ilave olarak Türkiye’de 100 bin dolayında "Yahudi ??" varlığından söz ediliyor ve bunlar da toplumda "Müslüman" olarak algılanıyor.
Sabatay Sevi faaliyetlerinden dolayı bugün Arnavutluk sınırları içinde yer alan "Berat" a sürgün ediliyor. Bu isim Sabataycı aileler arasında özel bir öneme sahiptir. Sabatay Sevi’nin Yahudiler için "12 Prensibi" "Müslüman oldum" dedikten sonra Sabatayistlere yönelik "18 Emri" vardır. Nihayet 17 Eylül 1676’da Ülgün’de ölüyor. Amerikan Ansiklopedisi (Encyclopedia Americana XXIV /78) zehirlenerek veya idam edilerek ölmüş olduğunu zikrediyor. Sabatay Sevi öldükten sonra dönme cemaati, Yakubiler (Hamdi Beyler), Karakaşlar ve Kapancılar şeklinde üç gruba ayrılmaktadır. (Prof. Abdurrahman Küçük, Dönmeler Sabatayistler Tarihi, s.335)
Sabatay Sevi’nin Mesihlik iddiası sadece Türkiye’deki Yahudileri etkilemekle kalmamıştır. Avrupa ve Ortadoğu Yahudilerini de etkilemiştir. Ayrıca Hıristiyanlar Mesih’in ordusu olmak için "dâhilde niza" çıkararak ayaklanmışlar, Müslümanlar da "ahir zaman geldi" diye -kulaklarına öyle üflendiği için-çalışmayı, ilmi irfanı bıraktılar. Osmanlı İmparatorluğu bu hadiseden dini, ekonomik, siyasi olarak çok etkilendi. Sabatay Sevi’nin 1666’da kendini beklenen Yahudi Mesih’i olarak ilan etmesinden 33 yıl sonra, 1699 Karlofça Antlaşmasını imzalamak mecburiyetinde kaldık.
Karlofça’da Batı’nın Türkler yenilmez inancını bırakmak zorunda kaldık. O günden bu güne (19 Mayıs 1919-10 Kasım 1938 arası hariç) Batı karşısında sürekli mevzii kaybediyoruz.
Bundan daha önemlisi, günümüzde "Sabatayist Müslümanlar"ın tepe yönetimlerinde etkili olduğu bir kısım İslami tarikat ve cemaatler, Türk milletinin dini, milli ve toplumsal değerlerini "dönüşüm"e tabii tutuyor. Maalesef bu dönüştürmenin olumlu olduğunu söylemek mümkün değil. Dönüşüm Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) paralel götürülüyor.
Diğer taraftan, hem "İslamcı" hem "laikçi" söylemleri kullanan aynı unsurlar siyaset, bürokrasi ve ekonomi üzerinde "ERGUVANİ" bir iktidar kurmuşlardır. Erguvani iktidarın isimlenmiş, şahsa dönüşmüş köşe taşl