Seksenli yılların sonları idi. Anadolu’nun birçok şehrinde kasetçilerin hoparlörlerinden arabesk şarkıların sesleri yükselirken, dayımın görev yeri olan Yozgat’ta saat kulesinden doğuya doğru uzanan şehrin en önemli caddesi üzerinde şimdi adını hatırlayamadığım kasetçinin hoparlöründen yükselen “O toprakta, sen zindanda, ben sürgün” sözleri caddeyi ve gelip geçenlerin gönlünü dolduruyordu. O yılar birileri “Kanuni Süleyman ölür” diye kahpelenirken “vatana kurban Süleyman” diyen seslerin yükseldiği yıllardı. Her sabah güneş gün muştusu merhaba diyerek doğardı. Kimi Anna’ya, kimi Bella’ya yazarken Ayşe’ye yazılan şiirler doldururdu kulakları. Hasretin çağrısındaki masum gönüllerin, o gül yüzlü şeylerin Yusuf Yüzlüler olduğunu haykırırdık. Suları ıslatamayan türkülerimizle, Azadlık Meydanı’nda şehitlerine ağlayan karanfiller olurduk.
Baş koymuştuk Türkiye’nin yoluna, Bozkurt gibi bakışına ölürdük. Üsküdar yanıyorken, ruhlara çizdiğimiz resim yırtılıyorken yaşadığımız “Beşinci Mevsim”di. Özgür olmak için havada kuşa özenip Karadeniz gibi dalgalanıyorduk. Ülkü denen nazlı geline sevdalıydık ve olmayan resmine baktığımız genç kızı, güzel kızı unutmuştuk, unutmuştuk, unutmuştuk…. Oysa, –ben eşim başka şehirde olduğundan tecrübe edemesem de– en güzel sevdaları biz kazımıştık kız yurdunun önündeki kaldırımlara… Azizim “Hu” diye ağlardı ama Musul, Kerkük niye ağlardı. Zulmün kanlı urganları bir kavmi iplere çekenlere vurmuştuk, direnmek imanda gizliydi imanda yüreğimizde, yaşadığımızsa zindan şehirlerdi. Tutsaydın sana uzanan ellerimden çağırsaydık kıyamı… Her zaman böyleydi böyledir huyumuz, gece yağmurunda bölünür uykumuz, görmediğimiz bir el bizi çeker giderdi dosta doğru.
Martı kanatlarında bir ülke getirirdik, bu gelen gençlik bizim gençlikti; hilal sancağında bozkurt töresini yaşardı. Diyet istememiştik, Allah’ın davasında diyet olmaz demiştik. Onun adı geçince yüreğimize hal alır, gözü gözümüze değse sanki ihtilal olurdu, o geliyor diye yollarına güller dökerdik. Çünkü Başbuğumuz Türkeş’ti ve biz onu “Başbuğum emrindeyiz!” diye selamlardık. Ecel korkusunu kanadını kırmış, sonsuzluk aşkının tadını çıkarmıştık. Sevdamızın adı berrak, sonu toprak, dönen alçaktı artık. Onlar kabuktu, öz mendim… Bizdik kutlu savaşın Amentüsü, bizdeydi bütün umutlar. Çabuk büyüyüp yetişecektik çakal gezen bu dağlarda gezen oğul olacaktık. Oysa Kerkük’ün zindanlarına atmışlardı bizi… Bu şehrin öksüzü yetimi gibi tek kaldık şehre akşam inende. Kür-Şad’ın narası ile inerdik Tanrı Dağı’ndan, soylu bir destanda yollardan yel gibi geçerdi bir atlı Afyon’dan Maraş’a selam götürürdü. Bozkurtların Başbuğları kükreyince söğütten; bir şehir köy, oba, mahalle, çarşı çarpışırdı düzenli orduya karşı, güneş kurda kuşa karşı selam götürürdü. Karadeniz çırpınırdı bakıp Türk’ün Bayrağına ve ‘Yalnız Kurt’ yenilmezdi asla…
Onlar bizim ses bayraklarımızdı, toplum hayatının gönlüne çektiğimiz. Kim zaman adı Kaya Kuzucu olurdu, kimi zaman Âşık olur Sefa-i adını alırdı. Halk ozanı Arif olur, halkın dilini anlardı. Gencecik kara yağız bir delikanlıyken Türkiye’m diyerek doğan yıldızımız Mustafa idi. Ahmet’imiz yılmaz bir Kara Ozan’dı, bir dağın sırtındaki dağ gibiydi Çamlıbel’in Osman’ı özü bir Tunçtu… Karadeniz gibi dalgalanan sevda şiirlerinin nazımı Arif’ti… Destanlaşan bir türkü idi; Alperen… Birileri bölücülükten gül yüzlü bahtiyarken, Yusuf yüzlü Hasan Sağındık’tı. Suları ıslatamayan türküydü Uğur Geylani Işılak… Kerküklü sesiyle oğlumuza ders veren Esat Kabaklı’ydı… Kırmızı-beyaz yârimizin yalnız kurdu Ahmet Şafak’tı…
Onlar ve ismini hatırlayamadığım diğer değerlerin hepsi, –bugününe bakmadan hataları ve sevapları ile– bu davaya nefes verdiler. Bugün eksikleri az edip, doğruları çok ederek göndere yeni ve yeniden ses bayraklarımızı çekme vaktidir. Bu toplumun Ülkücü nefese ve Ülkücülerin sesine her zamankinden çok ihtiyacı var.
Haydi! Vira Bismillah… Ölmez Bu Hareket, Ölmez Bu Dava!…