1967 yılında çok sevdiğim leyli meccani okulumdan sürgün edildim. Sebep Türk Milliyetçiliği’ni savunmamdı. Daha önce Mümtaz Özkök (sonra ANAP’tan milletvekili oldu) ve Turan Saföz (Adıyaman’da bir garip Türk) de aynı akıbete uğramışlardı.
1970 yılında büyük bir şehrimizde Genç Ülkücüler Teşkilatı Şube Başkanı oldum. İktisadi Ticari İlimler Akademisine kayıt yaptırdım uzun uğraşlardan sonra. Çünkü imtihan puanım çok yüksekti ve Akademi’nin sekreteri Nebahat Başmakçı Hanım, her müracaatımda evrakımı yırtıyor, “Oğlum sen aptal mısın, bu puanla bu okula mı girilir” diyordu. Bir iltimas yaptıracak kişi bularak kayıt işlemini bitirebildim.
1975 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne geldim. Aynı yıl, Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na da kaydoldum. Bir gün Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nden çağrıldım. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu ve Hasan Çağlayan, gelecek kongrede genel merkez yöneticiliğine seçileceğimi söylediler. Ne kadar “Üniversitede daha faydalı olurum. Bu okula özellikle geldim” dedimse de, 1978 yılının 2 Nisan günü yapılan kongrede Ocak Genel İdare Heyeti’nde Genel Sekreter Yardımcısı görevi tevdi edildi. Bir sonraki kongrede de (Bu sefer Ülkü Ocakları, Ülkücü Gençlik Derneği adını almıştı ve Genel Başkan Şefkat Çetin’di) Genel Sekreter seçildim. 1979 yılında kurulan SEDAŞ AŞ’de görev aldım ve bu sebeplerle okulumu bir hayli ihmal ettim. Aynı zamanda Büyük Türkiye’ye HASRET Dergisi’nin Yazı İşleri Müdürü olduğum için 1978 ve 79 yıllarında aralıklarla Ulucanlar’da Devlet Baba’nın misafiri oldum (18 gün, 4,5 ay ve 3 ay). Bu misafirliklerimde çok güzide insanlar tanıdım. Fikri Arıkan, Mustafa Pehlivanoğlu, Ali Bülent Orkan bu insanlardandı.
1979 yılı Haziran ayında Ulucanlar’dan çıktığım gün, Yüksek Öğretmen Okulu’nun kapatıldığını öğrendim ve Kurtuluş’taki Konya Yurdu’na geldim. Orada beş arkadaş bir odada kaldık, bir müddet. Sonra bu arkadaşlarla Demirlibahçe’de bir ev kiralayarak taşındık. Daha sonra bu ev, “Estergon Kalesi” olarak isimlendirildi. Bu ev arkadaşlarımdan İsmail Şimşek de daha sonra Mamak İşkencelerinde şehit oldu.
12 Eylül 1980 gecesi ihtilal oldu. 11 Kasım günü bir dersten bütünleme imtihanına girerek mezu olacağım, 10 Kasım akşamı televizyon MHP ve Ülkücü Kuruluş yöneticilerinden 96 isim yayınladı ve yakalama emri duyuruldu. Yurttan sessizce ayrılarak şimdi Profesör olan bir arkadaşımın evine gittim. Saklandım. İmtihana giremedim ve mezun olamadım. 3 Mayıs 1982’de Topraklık’ta 3 arkadaşımla birlikte yakalandım, 4 gün emniyet nezaretinde kaldıktan sonra Mamak’a götürüldük. 3 günlük “Kafes” ten sonra değişik koğuşlara gönderildik, bir arkadaşımız serbest bırakıldı. 20 günlük beklemeden sonra Askeri Savcılığa çağrıldık ve ifademiz istendi. İfade esnasında Albay Nurettin Soyer ve Binbaşı Okan Yalçınkaya, sürekli “Devleti kurtarmak size mi kaldı” diye alay ettiler. İddianamede “Suç tarihi 1978 ve öncesi” yazıyor ama 1979’da düzenlenen TCK 312’den yargılanmamız talep ediliyordu. “Hiçbir kanun makable şamil değildir” kuralını düşünerek itiraz ettim ve 27 Temmuz’da duruşmalardan vareste sayılarak tahliye oldum. Diğer arkadaşlarım 5, 6, 7 sene yattılar. Tahliye olduktan sonra da “ Boş verin, siz kendi işinize bakın” diye çok nasihat eden oldu.
Bütün bunlar olurken istikbalim, hayallerim tamamen bitmişti. Asla “Boş ver, neme lazım” demedim, demeyeceğim.
Şimdi Türkiye’nin durumuna bakıyorum ve “Boş vere boş vere ne hale geldik” şarkısını hatırlıyorum.
Bir şekilde siyasi iktidarı elde edenler, önce ülkenin tüm birikimini tamamı yabancı sermayeye olmak üzere sattı. Sonra 2001 yılına gelindiğinde tamamen bitmiş olan terör 2004 yılında yeniden hortladı. 2005 yılında iktidarın başındaki kişi, “Bu devlet Türk devleti değildir, Türklük burada ancak alt kimliklerden biridir.” Diyerek Türkiye’de 36 etnik kimliğin varlığından söz ederek Türk Milleti’ni hiçe indirdi. Terör azgınlaştıkça, her gün bir karakol baskını ile Mehmetçiği şehit ettikçe bizim siyasi iktidarın başındaki usta “Akan kan yerde kalmayacak” diye naralar savururken birden bire “Şehit cenazelerinden siyasi rant elde ediyorlar” diyerek şehit cenazelerine insanların katılmasına mani olmaya başladı.
Sonra duyduk ki, terör örgütü ile pazarlık ediliyor. Usta ünledi “Örgütle konuşuluyor diyen şerefsizdir”! Bir müddet sonra hakem devlet, görüşmelerin içeriğini deşifre etti. Usta “Biz görüşmüyoruz, devlet görüşüyor” diye naralandı bu sefer. Daha sonra MİT Müsteşarı için soruşturma önergesi verilince “Müsteşarımı yedirmem, ben gönderdim, derdi olan varsa bana gelsin” diye efelendi.
Oslo’da örgütle yapılan pazarlıklar sonucu Türk Ordusu Terörist örgüt ilan edildi, genelkurmay başkanı dahil üst düzey subaylar, “Silahlı terör örgütü yönetmek” suçlaması ile tutuklandı, yargılandı, 12 Eylül 2010 anayasası ile değiştirilen ( ele geçirilen) yargı tarafından mahkûm edildi.
Habur’dan bir grup terörist gelerek Türkiye Cumhuriyetine kafa tuttu. Ayaklarına gönderilen “Çadır Mahkemeler”de, “rencide olurlar” gerekçesi ile Atatürk resmi ve Türk bayrağı kaldırılarak bir saatlik sözde yargılama sonucu serbest bırakıldılar. “Lider emretti, geldik; pişman değiliz diyen bu eşkıya güruhu Anadolu’da mitingler tertip ederek askere ve Türk devletine hakaretler yağdırıp, bölücü örgüt propagandası yaptılar.
Bölücübaşı bebek katilinin cezaevinde devlet konuğu olarak ağırlanması sağlandı. İdam mahkûmunun ayağına devlet tarafından, talimat vereceği kişiler götürüldü, verdiği talimatlarla ülke kana boğuldu.
Çocuklarımızın "Türk’üm" demesi yasaklandı, Türklükle ilgili tabelalar toplandı.
Devlet fiilen iki dilli oldu. Anadolu’dan Türk mührünü sökebilmek için yer adları Asuri, Keldani, Süryani ve Ermenice adlarla değiştirilmeye başlandı. Birçok ilimizde Türk bayrağı yerine örgütün simgesi paçavralar ikame edildi.
Ve 16 Kasım 2013’te bölünme neredeyse tamamlandı. Siyasi iktidar mensupları “Kürdistan” söylemleri ile Diyarbakır’da eşkıya başı Barzani ve kanun kaçaklarını istikbal edip izzet ü ikram eylediler. Usta, yakında genel af çıkaracağını ve eşkıyanın salıverileceğini müjdeledi. Usta, "Artık çocuklarımız bir hiç uğruna ölmüyor" diyerek vatanı hiçe saydı, sehitlere ayete mugayir "ölüler" dedi.
Diyarbakır rezaletini anlatmaya denizler mürekkep, gökler kâğıt olsa yetmez.
Milletin dinî duygularını istismar ederek iktidarı ele geçiren bu güruh, ayetleri de hiçe saydı.
Hatta bir iktidar mensubu (ki ağlaklığı ile meşhurdur), çok dindar adam, yeni yapılan bir camiyi gezerken “Şafiilere de yer ayırın” talimatı vererek dinden ne kadar bihaber olduğunu beyan etti. Dinî istismarlarını da başka zaman konuşalım.
“Bana ne”, “Boş ver” “ Neme lazım” demeyeceğim, demeyeceğiz! Ülkeyi böldürmeyeceğiz!
"NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE"
Vesselam